Polonya atasözü. Yani bir gün yukarıdaysan, bir gün en alttasın anlamında. Dolayısıyla bu sözü bir gün sana hatırlatacağım, edep yoksunu..


Ya sevgili Songül Hanım, demiştim size; OKUMUYORLAR ve ayrıca nezaketi, genel evde çalışan biri sanıyorlar.


Gelelim konumuza iç savaşların tarihi, geçen hafta kısaca özetlediğimiz Roma iç savaşından sonra bazı akslar sormuş; ‘Ee bize ne bundan?’


 Oğlum, sizin gibi kara cahile bir şey anlatmaya çalışmadık, zaten anlamazsınız..


 Ama anlayanlar var!


 MÖ’den başlayan zamandan beri zenginler vuruşur, tepişir. Halk ezilir!!


Cumhuriyetmiş, krallıkmış, yok imparatorlukmuş, olmadı sultanlıkmış bir şey değişmez.


Şimdi gelelim bir başkasına ama bu sefer ki biraz ters gelebilir, ‘uyarmadı’ demeyin.


Sinema filmlerinden hatırlatalım; İngiliz Kralı 8. Henry, karısından çok hoşnut değildi 1500’lerde, (Onun orasını, bunun burasını beğenmedim derken 8 kere de evlendi mübarek, kaç evlilik dışı ilişkisi var onu da kimse saymamış) işte o evliliklerden birinden nüfusuna kayıtlı bir kız çocuğu 16. Asrın-erkek- İngiltere’sinde 1. ELİZABETH diye tahta çıkacaktı. 1. Elizabeth, toplumunu iyi okuyan bir hükümdardı. O günlerde ki bir kadının tüm eksilerini artıya çevirecek kadar da zekiydi.


 Roma kilisesi dünyadaki tüm İsevilerin babası benim diyordu, bu egemenlik yalnızca insanların ruhsal dünyalarını kapsamıyordu, her boyuta hakim olmak gibi bir emelleri vardı. Roma Kilisesi, siyasal egemenlik peşindeydi. Ekonomik olarak da tüm kazanç, yobaz papazlarına kalsın derdindeydi. Oysa dünyanın bilinmeyen köşeleri keşif ediliyordu, insanların daha rahat yaşaması için icatlar yapılıyordu. Ama Roma’daki faşist dinciler bunların hiçbirine izin vermek istemiyorlardı. İlaca karşıydılar, hastalıklar Tanrı’dan gelirdi müdahale etmek günah sayılmalıydı.


Fakirlik kaderdi…


Yeryüzündeki her şey Tanrı’nındı veya onun temsilcisi Papa hazretlerinin. Diyelim ki Hıristiyan bir kral gerdeğe girecek, önce Papa’dan izin alması gerekecekti.


8. Henry, ’Kendi kilisemi kurarım. Onun da başına kendim geçerim. Seni de gömerim’ diyecekti. Öyle de olmuştu. Ardında sancılı bir toplum bırakmıştı, Elizabeth işte bütün bu sorunlarla kadın başına uğraşmış ve kazanmıştı. Ama bu uğurda -bakire- kalmıştı. (Tabi lafın gelişi kadının yatağı her zaman aşıkları ile doluydu, ama resmen evlenmediği için tahtın varisi yoktu)


Bu arada Stuart hanedanından olduğu için öteden beri Katoliklere yeşil bakan İskoçya kraliçesi Mary öldüğünde, (aslında öldürüldüğünde Elizabeth o kadını bir şekilde hallettirecekti) Bir varis bırakmıştı, Mary de hovardanın önde gideniydi ama resmen evlendiği için bir çocuğu vardı üstelik erkek bir çocuk.. (Mary de kendi kocasını öldürtmüştü, adam eşikteki beşikteki derken tüm sarayı elden geçirmekteydi. Bazı tarihçilere göre bunlar arasında erkekler de vardı)


Bu erkek çocuğu, 4. James diye anılacaktı. (İngiliz tahtına geçince 1. James oldu) Hem Galler bölgesine hem İskoçya’ya ve hem de İrlanda’ya ‘kardeş-kardeş bir araya gelelim hepinizi ben yöneteyim’ diyordu. Zaten annesi İskoç kraliçesi olduğundan oralara vaziyet edebiliyordu, e İngilizler de Stuart soyundan olduğu için itiraz etmiyorlardı. İrlandalılar da uyar oğlu rolündeydiler. O günler de tahtı uzun süre boş bırakmak hayırlı bir şey değildi. Bir anda bir sürü talibi çıkardı.


1625’te öldüğünde onun oğlu 1. Charles olarak tahta çıkmıştı. Charles, hasta bir çocuktu, yürüme ve konuşması özürlüydü, bakıcıları ona sıkı bir İspanyol çizmesi yaptıracaklardı, böylece ayak bileğini sağlamlaştırmayı ummuşlardı, başarılı da olmuştu ama çocuğun konuşması hep biraz kekeme, biraz da peltek kalmıştı. Bünyesindeki bu zaaf karakterine de önemli ölçüde yansımıştı hayatı boyunca yaltaklanmaları sevmiş ve eleştiri yapanlardan nefret etmişti. Normalde tahta geçmesi beklenmiyordu çünkü ikinci çocuktu, ama abisi onulmaz bir hastalık sonucu ölünce veliaht prens olmak zorunda kalmıştı. İngilizler tahta cahil birini geçirmezlerdi, genç veliaht ki daha 12 yaşındaydı, Latince -matematik ve teoloji dersleri alıyordu, bir yandan da binicilik ve nişancılığını geliştiriyordu.


Parlamento ile taht arasındaki farklılık ta babası Birinci James zamanından beri giderek artıyordu. Parlamento kralın gözdesi Francis Bacon’u azil etmişti, suçlamalar diz boyu yolsuzluktu. (Evet o ünlü Bacon.) Adam Lordlar kamarasında ağır suçlamalara maruz kalmış ve ‘Kuleye’ hapis edilmişti, 40 bin Sterlin ödemek zorundaydı, üstelik nerdeyse meclisten ihraç edilecekti. Kral araya girmiş ve (şimdi sandınız ki Kral ‘hop , alo neler oluyor ‘ dedi değil mi) kral adamı kuleden çıkartmış, amma velakin cezayı da kendi kesesinden ödemek zorunda kalmıştı. Francis Bacon koyu bir Anglikancıydı, biraz da homoydu (bazı tarihçiler bu konuda kanıt olmadığı ileri sürerek hayır derler.)


James en son 1624’te parlamentoyu toplamış ve İspanya’ya açacağı savaş için yeni bir bütçe istemişti.


Ama o da ne!!


Parlamento majestelerini reddedecekti.


 1625 senesinde başta İngiltere olmak üzere dünya süratle değişiyordu. İngiltere denizlerin önemini anlamıştı, bir ada devleti olarak su yolları ülkenin hayat damarıydı.  Bu zorunluluk, angut, dinci, köylüler yerine yeni bir sosyal sınıfı yaratmıştı:


Denizciler!


Denizci olmak demek akıllı olmak demekti. Okyanuslar, kestirilemez fırtınaları, günlerce süren yolculuklarıyla dua ile geçilecek bariyer değildi. Teknik ve fen gerekirdi, iyi ve sağlıklı denizci gerekirdi.


Devam edeceğiz.