ABD’nin en karizmatik başkanlarından JF Kennedy suikastından sonra Başkanlık koltuğuna mevzuat gereği oturan Başkan LB Johnson Kongre ve Senato’daki bir grup Güney eyaletlerinin temsilcileri tarafından ziyaret edilir. Adamlar mealen derler ki ‘100 yıl süren baskı idaresinden sonra, sonunda Güneyli bir Başkana kavuştuk!’ Johnson Teksas Eyaleti senatörüydü… Sanırsınız ki bu zavallı Güneyli beyzadeler yıllar boyu sürüm - sürüm süründüler.

Başkan Lincoln, göreve gelirken ettiği vaatleri, verdiği sözleri değiştirebilecek bir düzeyde politikacı değildi. Ağzı iyi laf yapardı, en sert tartışmalarda bile soğuk kanlı kalmasını bilirdi. Derdini olabildiğince basit kelimelerle anlatmak konusunda hatırı sayılır bir ustaydı. Dünyayı iyi okuyordu, Kölelik tarihe karışmak üzereydi. Rusya Çarı bile bu yoz düzeni değiştirmenin peşindeydi. Güney Eyaletleri yalnızca kölelik konusunda inatçılık yapmıyorlardı, onlara göre merkezi idareni fonksiyonu sembolize olmalıydı. Eyaletler kendi kendilerini yönetmeli, kendi yasalarını çıkarmalı ve hatta yabancı elçileri kabul etmeli ve elçi veya temsilci atayabilmelilerdi. Ama ABD’nin sınırlarına saygılı olacaklardı. Washington hala ülkenin başkenti olarak kalabilirdi.

Dünyaya açılmak üzere olan Amerikan sanayicileri böylesine bir deli zırvasına izin vermezlerdi. Lincoln de keza Birlik idaresinin daha da güçlenmesi taraftarıydı. Güney isterse kölelerini muhafaza edebilirdi ama ipler merkezi idarenin elinde olacaktı. Bu olmazsa olmaz şarttı.

Güneyin 14 Eyaleti bu plana itaat etmek niyetinde değildi. Silahlı çatışmalar çıkmış ve çok geçmeden çok kanlı ve 4 yıl sürecek bir İç Savaş başlamıştı.

 Kuzeyli zengin fabrikatörler ile Güneyli zengin toprak ağaları arasında çıkan bu kanlı kapışmada Amerikan topraklarında 750 bine yakın insan hayatını kaybedecekti Ülkenin büyük bir bölümü yanmış yıkılmıştı. Evsiz barksız kalanların, yaralananların, işini kaybedenlerin sayısı ise milyonları buluyordu.

ABD daha sonra girdiği tüm savaşların toplamından daha fazla insanını toprağa vermişti. Bundan daha büyük bir sosyal travma yaşamayacaklardı.

Savaş sürerken bir takım yalama ve yalaka tipler gelip gidip Lincoln’e Kuzeyin en başarılı generali Grant’ı şikayet ediyorlarmış, en çok da, bütün dinci yobazlar gibi ‘efendim çok içiyor!’ diyorlarmış.

E ne desin Başkan, bir iki derken bir gün tepesi atmış ve hepsine fucteri çekip.

‘Lan gidin adam ne içiyorsa ondan ikişer kasa bütün generallerimize yollayın da savaşı kazanalım!’

Amerika ne yaptıysa bu savaşın yaralarını saramayacaktı. Lincoln her ne kadar tek bir -Amerikalı- tipi yaratmaya çalışsa da. Adamlar hala çeşit-çeşitti: Katolikler Protestanları onlar Yahudileri ve nihayet hepsi Zenci ve Kızılderilileri sevmiyordu. Evet refah devleti olmak üzereydiler ama bu gidişin bir geleceği yoktu. Amerika 20. Yüzyılın hemen başında kendine yeni düşmanlar bulmalıydı; ilk seçilen yobaz ve gerici dincilerin elinde anası ağlayan İspanya olacaktı. İki tokat atarak 15. ve 16. Asrın en önemli imparatorluğunu yere sereceklerdi. Eski İspanyol sömürgeleri olan Küba ve Filipinler artık Amerikan toprağı sayılabilirdi.

Teddy Roosevelt diye bilinen bir başka delişmen Başkan ‘En büyük Amerika’ falan diyerek ahaliye iyi gaz veriyordu. Koca bir donanma inşa ettirmiş ve dünyaya efelik etmeye başlamıştı. Bu arada Avrupa da Almanya-İtalya devletleri kurulmuş, Avusturya-Macaristan imparatorluğu ise 17 farklı insan ırkı üstünde egemen olmuştu. Hepsi de yeni sömürge arayışı içindeydiler. İngilizlerin sırf Fransa’yı gıcık etmek için kurdukları düdük Belçika kralına bile ‘adam nasıl geçinecek canım!’ ayaklarıyla koca Afrika Kongo’su bağışlanmıştı. Tün bu olup bitene Amerika öylesine seyirci kalamazdı. Ama sürekli eleştirdiği Batı Avrupa ülkeleri gibi de bir sömürgecilik anlayışı güdemezdi. İspanyollar, mesela Filipinler’e bir haltmış gibi Katolik kilisesinin törelerini getirmişti. Oysa Amerikalılar, ‘sakız, hamburger, caz müziğini’ getirmişlerdi.

Ama hala yetmiyordu Amerikan ahalisi hala bir araya gelemiyordu...

Derken imdatlarına ‘Büyük Savaş’ yetişecekti 1914-1918…

Devam edeceğiz.