'Siyasette Yalan' adlı çalışmasında Hannah Arendt, siyaset ile yalan arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin tarihsel süreçte yaşadığı değişimi irdeler. Arendt, siyaset ile yalan arasında çok sıkı ve kurucu bir bağ olduğunu söyler. İşe, siyasi eylemin doğasını yalan söyleme bağlamında değerlendirmekle başlar. Ve der ki:

'Siyasi emellere ulaşmak için, meşru araçlar olarak kullanılan gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekarlık ve açık yalan, yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur…
Doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdemler arasında sayılmamış, yalanlarsa; her zaman siyasi meselelerde, kullanımı savunulabilir araçlar olarak görülmüştür.'

Bu son derece isabetli sonuçlara ek olarak Arendt; tarih boyunca geliştirilen yalan sanatına, günümüzde iki yeni çeşit daha eklendiğini söyler. Bunlardan ilki; Halkla İlişkiler alanıdır. Arendt, Halkla İlişkiler Uzmanlarını, yaratıcılıkları ile istediği fikri kitlelere inandırmakta ve imaj yaratmakta ustalaşmış birimler olarak görür. Onlar, algı yoluyla gerçekleri ters yüz edip, halkı manipüle etmekte mahirdirler diye düşünür.

Arendt’ e göre;

Yalan sanatının ikinci yeni çeşidi ise; hükümete üniversitelerden ve çeşitli düşünce kuruluşlarından getirilen yüksek donanımlı 'aydın' geçinen kişilerden oluşan, sorun çözücü olduklarına inanılan kişilerdir. Tabii buna destek veren bürokrasi ve hükümetten yana basını da eklersek, yalan; gerçekten, daha çekici ve inandırıcı hale gelebiliyor diyor mealen Arendt.

Siyaset ve yalan kardeşliği, ayrılmaz bir ikili olarak, siyasetin en önemli araçlarından biri olan yalanı, her zaman, yani tarih boyunca kullanmıştır.

Fakat tarih gösteriyor ki; en büyük yalanlarla siyasette başarı gösterenler, sonunda gerçekliğe yenik düşmüşlerdir! Bu kaçınılmaz sonun hazırlayıcıları da; gerçekleri söyleyen özgür bir basın ve sorgulayan bir seçmen kitlesidir. Zira asıl tehlike, yalanlarla kandıranın, bir süre sonra gerçeklikten kopup, zihninde kendi yalanlarına da inanmasıdır. Çünkü: Kendi kendini kandırma ve gerçeklerden kopuş, yönetim zafiyetine neden olur! Bu da yöneten ve yönetilenler için tam bir felakettir.

Ama bence asıl soru şu olmalı; ' Sadece yalan söyleyen siyasetçi mi suçlu? Ona inananların hiç mi suçu yok?'

Doğruyu söylemek gerekirse, yalan söyleyen kadar, yalana inananların da suçu var. Sizce, yalanların çekiciliği, insanların inanma isteğini de arttırmıyor mu? Sorgusuz sualsiz inanmak, seçmenin de hatası değil mi? Üstelik bunun ağır sonuçlarına da katlanan seçmenler, ısrarla yalana ve yalancıya inanmak istiyorsa, siyasetin yalanlardan arınması mümkün olur mu?