Avrupa Birliği sivil toplum örgütlerini seviyor. Tabii kendilerinde çok nitelikli sivil toplum örgütleri olduğu için herkeste de öyle olacak zannediyorlar. Avrupa Birliği’ne üye olmak isteyen ülkelerin önüne koyulan kriterlerden biri de bu.

 

    Adalet ve Kalkınma Partisi, Avrupa Birliği macerasına başlarken özellikle siyaset okullarında gençlere sürekli “sivil toplum örgütü oluşturmaları” yönünde telkinde bulundu.

 

    Örneğin benim eski oturduğum mahallede bir apartman dairesinde tarımla uğraşan bir şirket vardı. Ayrıca camında üç ayrı derneğin tabelası vardı.

 

    Şimdi bakıyorum, dernek kuruluyor tamam, bizim mesela Antalya Gazeteciler Cemiyeti var. Cemiyetle hemen hemen aynı adı taşır dernekler kuruluyor. Hatta meslek odaları kuruluyor. Yetmiyor, bunların üst birliği olması gereken “Birlik”ler, yetmedi “federasyon, yetmedi “konfederasyon” kuruluyor.

 

    İşte burada bir durmak gerekiyor. Gerçekten orada olanlar o ismi, etiketi taşıyanlar kimdir, necidir, nereden gelmiştir bakılması gerekmiyor mu?

 

    Şimdi Avrupa Birliği “kaliteli olun” diye bunu isterken biz tam tersine mi çekiyoruz?

 

    Bizim kıstasımızı hoş Avrupa Birliği mi koyar, biz kendi kıstasımızı mı koyarız? Ama bu da kalitesizliği getirmiyor mu? Yani yüzde 0.2 oy alan siyasi partinin genel başkanı tavrıyla 7 tane yönetiminden oluşan 8 üyeyi bulamayan işte bu oluşumlar adına “dernek” “federasyon” “konfederasyon” “birlik” ne derseniz deyin.

 

    Yolculuk yaptığım bir toplu taşıma şoförü (ki kendisini 20 yıldır tanırım) vardı. AKP taraftarı olduğunu söylemekten keyif alırdı. Kadın yolcu bir itirazda bulununca, “Hanımefendi dikkat edin. Sadece bir şoför değil, 4 tane sivil toplum kuruluşunun kurucusu ile muhatap oluyorsunuz” deyince yerle bir olmuştum.