Her şey güzel, “Antalya beni kıskanıyor” tamam da daha görmem
gereken koca bir şehir var. 30 yıllık can dostlarımdan emekli itfaiyeci
Apo’yu koydu önüme hafızam. Öve öve bitiremediği Diyarbakır’daydım.
Evet, çok istemesine rağmen beni Diyarbakır’a götürememişti.
Kahve tamam, 3 türkü dinlemişim,
keyfim yerinde. Sahlep
ve kahve iyi geldi, yemeği
unuttum bile. Diyarbakır’ın
tarihi hamamları faaliyetini durdurmuş.
Artık saunalar varmış. Hey yavrum hey,
“Avrupa’nın yolu Diyarbakır’dan geçer”
demişti ya. Buyur. Erken uyumayı
severim ya. Otel odasında akıllara zarar
bir duş alıyorum. Biraz sosyalleşip, biraz
kitap okuyorum. Ve uyku.
Sabah gene erkenciyim. Isı -2 derece.
Van gibi Diyarbakır'da da gündoumu
fotoğrafı çekemiyorum. Şöyle bir şehri
dolaşıyorum, kahvaltı saati gelmiş.
Biliyorum, sokak ciğercilerinin kalitesini,
atmosferini, lezzetini. Ama buranın
kahvaltı kültürünü görmek istiyorum.
Van gibi abartmamışlar. Hakkari’den az
daha zenginler. Antalya Köy Pazarı’nda
peynir yokluğundan şikayet eden ben
Ege’nin tulum, Doğu’nun otlu peynirine
hastayım. Kahvaltı sonrası vuruyorum
kendimi sokaklara. Dilimde Ahmet Kaya
ile Yılmaz Erdoğan düet yapıyor. “Diyarbekirli
imiş adı bahtiyar..” gibi “Ve
beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu
babam... “ gibi. Surun dibindeki
fırından yükselen sıcak somun kokusunda
buluyorum kendimi, oradan Dicle
Ovası’na bakan bir terasta. Bildiğimi
görmek zamanı. Evet Diyarbakır bir
kültür şehridir. Siyasi boyuta girmezsek,
koca bir coğrafyayı kökten “öteki” ilan
etmezsek kazanan ülkemiz tabii ki.
Ve beklenen an. Kaldırımda küçük bir
büfe. Önünde tezgah, mangal, ciğer ve
acı kırmızı biber. “İstemiyorum” diyemedim,
çünkü sormadılar. Lüks arabasından
inmiş kahvaltı yapan bir dayımız benim
siparişi verdiği gibi hesabı da ödemiş.
Ve sohbet. Üzülerek yaşıyorum. Benim
yurdumun bi yarısında insanlar, memleketini
anlatmak, insanının “öcü” olmadığına
inandırmak zorunda hissediyor
kendini. Ne büyük acıdır bu yav?
Bu mecrayı siyasileştirmemek adına
burada kesiyorum. Daha girilecek köhne
sokaklar, çekilecek fotoğraflar var. Gelirken
“yeni” Diyarbakır’ yeterince gördük,
İmrendik zaten. Sur içinde bir bistro var.
Ama mide dolu. Burada demli bir çay
içiyorum. Bu arada oralarda her sokak
başında “BİM” veya “Yemen Kahvesi”
görmemek şaşırtıyor beni. Nebi Camii
epey oyalıyor beni. O camiye bir sayfa
ayıracağız söz. Tabii kapısı kilitli olmayıp
içeriden de yatay ışık süzmelerini
görsek iyiydi ya neyse. Biz de kilise
gezeriz.
Cami duvarının dibindeki ayakkabı
boyacısı ile sohbet ediyoruz. Sohbet
ettiğimiz tüm Diyarbakırlılar gibi bu da
Antalya’yı görmüş. “Beren güzelmiş.
Seviyoruz Antalyaspor’u” diyor. Yolculuk
öncesi Antalyaspor Stor’dan aldığım
bereyi başımdan çıkarıp onun başına
takıyorum. Bir fotoğraf çekiyorum.
Geri vermek istiyor. Almıyorum. Heee..
Murathan Mungan’ın “3 aynalı kırk oda”
romanındaki orospu gibi bir iz bırakıyorum
Diyarbakır’a. Geçenlerde de kargo
ile gelen kitabı kargo memuresine hediye
edip çıkmıştım.
Tahir Elçi benden dua bekler mi bilmiyorum.
Ama bi beklentisi varsa o da
insanca, eşit yaşam koşulları için mücadele
etmemi beklemiş olabilir. İstikamet
4 ayaklı minare. Burası o malum cinayetten
sonra daha fazla ziyaretçi alır olmuş.
1986 yılında Gülhane Parkı’nda çocuğun
kolunu koparan aslan, daha sonraki
birkaç yıl ziyaretçi akınına uğramıştı. O
günlere gittim bu popülasyonu görünce.