
Hakan Sonok
Türklerin ölümsüz annesi: Zübeyde Hanım
Mustafa Kemal Atatürk 1923'te annesinin İzmir'deki kabristanında şunları söylemişti:
"Zavallı annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaratılışın en doğal bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne üzüntü verici görünüşler olur. Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın bütün milleti felâket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak için izin verirseniz acı hayatının belli birkaç noktasını sunayım. Abdülhamit devrinde idi. 1320 (1905) tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin, bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem göz yaşlariyle Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler onun hayatının acılar ve göz yaşları içinde geçmesine sebep olmuştur. Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman, annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Yanımda kendisinin arkadaşlık ettiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim, zaman annem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberli olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu zan, kendisini felce uğratmış. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını acı, üzüntü içinde geçirtmişti. Padişah ve hükûmetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgâhı bin türlü bahanelerle ve nedenlerle basılır ve araştırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. Bu göz yaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonunda çok yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki, o artık maddi olarak ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu.
Annemin kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir konu vardır ki, o da anamız vatanı yok olmaya götüren idarenin artık bir daha geri gelmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem, bu toprağın altında, fakat millî hâkimiyet sonsuza dek devam etsin. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet millî hâkimiyet sonsuza dek devam edecektir. Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna üzerime almış olduğum vicdan yeminimi tekrar edeyim. Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hâkimiyetin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım. Millî hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun..."
ZEYNEP ORAL ZÜBEYDE HANIM FİLMİNİ ŞÖYLE DEĞERLENDİRMİŞTİ:
Zübeyde filmini gördüm ve hayran oldum. İçimden bitmesin, bitmesin demek geldi. Tam da adı üstünde... Zübeyde: Analar ve Oğullar”... Hakkında çok şey bilinmeyen o muhteşem kadını bize anne oğul ilişkisi üzerinden anlatıyor. Filmin adında kullanılan çoğul eki, (Analar ve Oğullar) film boyunca bize hissettirilen duyguyu daha da yoğunlaştırıyor. Kurtuluşa uzanan yolda, onurlu savaşçıların yürekli analarına müthiş bir saygı ve sevgi bombardımanı barındıran film her şeyden önce insani boyutu yüceltiyor. O nedenle oğul sahibi her anne kendinden bir şeyler bulacaktır filmde. Ayrıntıları sinema eleştirmenlerimize bırakacağım ama vurgulamak istediğim bir iki nokta var.
TRAVMATİK BİR YAŞAM...
Yapımcılığını Nuri Yıldırım ve Alper Tosun’un üstlendiği filmin yönetmeni Cenk Yaz; senaryosunu tarihçiler, danışmanların katkılarıyla İlber Tekinsoy yazmış. Zübeyde Hanım’ın, çileli olmaktan öte adeta travmatik bir yaşamöyküsü var. Bırakın çocukluktaki yoksulluk günlerini, insanın doğurduğu, canının bir parçası, gözbebeği altı çocuğundan dördünü çeşitli yaşlarda yitirmesi ne demek! Önce ilk eşini, sonra ikinci eşini kaybetmesi. İkinci evlilik öncesi oğlu Mustafa’yla girdiği sessiz çatışma. Doğduğu, büyüdüğü yuvasını terk etme zorunluluğu. Öyle güçlü bir kişiliği var ki, dayanıyor mücadele ediyor ve her seferinde ayakları üzerinde durabiliyor. Bu travmatik yaşamı melodrama kaçmadan sonsuz bir incelikle işlemek kavganın, isyanların, yoklukların arasına insanı gülümseten rahatlatan anlar, sahneler ve incelikler döşemek kolay iş değil. Bunların ne olduklarını filmin sürprizlerini kaçırmamak için söylemiyorum.
Zübeyde Hanım’ın tren yolculuğu sırasında ansızın beliriveren bir başka kıvırcık kızıl saçlı çocuğun karşımıza çıkışı ve annesinin “Nâzım gel buraya” diye seslenmesi; Nâzım Hikmet’e verilmiş çok güzel bir selamdı! Çok etkileyici bir başka sahne İstanbul’da Akaretler’deki evde, hanımlar çay içerken... Çanakkale Savaşı’nın o çaya, o annelere sinişi, hiç çıkmayacak aklımdan.
SAHİCİ VE İNANDIRICI
Bu usta işi prodüksiyonda Mustafa Kemal’i çocukluktan başlayarak farklı yaşlarda çeşitli oyuncular canlandırıyor. Sonuncusu Alican Yücesoy. Hepsi sahici, hepsi inandırıcı. Bugüne dek Atatürk’ü canlandırmaya kalkan her oyuncuyu yadırgardım, onların hiçbirini, hele Alican Yücesoy’u hiç yadırgamadım. Zübeyde Hanım’ı gençliğinden yaşlılığına Aslıhan Güner canlandırıyor. Muhteşem, tertemiz, duyarlı, abartısız bir oyunculuk çıkarıyor. Tüm öteki rollerdekiler de öyle.
“Zübeyde Analar ve Oğullar”a, emek verenlere, katkıda bulunanlara teşekkür ediyorum.
ATİLLA DORSAY ZÜBEYDE HANIM FİLMİNİ ŞÖYLE DEĞERLENDİRMİŞTİ:
Tarihimizin kutsal ama unutulmuş bir dönemine bakış
Hep tartışılan ama bir türlü en olgun haliyle ortaya çıkamayan bir "Atatürk" filmi yerine, daha erken dönemin bir Mustafa Kemal destanı
İşte Cumhuriyetimizin 100. yılına son derece yakışan bir film. Mustafa Kemal’in ilk yıllarını -yani Atatürk olmasının öncesini- annesi Zübeyde Hanım ve tüm ailesi aracılığıyla sunan ve birçok açıdan kendine özgü bir film. Buna çok özetle ‘ulusal bir biyografi denemesi’ de denebilir.
Film, Olimpos Dağı eteklerinde geçen açılış bölümlerinden sonra adım adım ilerliyor. 1881’in –yani Ata’nın doğum yılının- Selanik’ini görüyoruz. Hemen söyleyeyim: o dönemin Balkan doğası da eski kentleri de olağanüstü biçimde gösterilmiş. Olasılıkla o kentlerin en eski bölümlerine gidilerek...
Ve bir doğum sahnesi. Zübeyde Hanım doğuruyor. Tam 6 çocuğundan biri olan Mustafa’yı... Öncesine gidersek... Mustafa Kemal’in anne soyu, Karaman’dan gelerek Selanik ile Manastır’ın arasında bulunan Vodina Sancağı’na bağlı Kayalar nahiyesine yerleşmiş, sonra da hala kaplıcaları ile tanınan olan Langaza’ya geçmiştir.
Ve sonra, o masmavi gözlü güzel kadın, daha 14 yaşındayken devlet memuru Ali Rıza Efendi’yle evlenmiş. O çağ için normal bir şey... Önce doğan ilk üç çocuğundan sonra Mustafa dördüncü çocuk olarak dünyaya geliyor. Ardından da Makbule ve Naciye doğacaktır. Kimilerini film boyu gördüğümüz bu kızlı-erkekli çocukların tam dördü değişik tarihlerde vefat ediyorlar. Yine o dönemin sağlıksız atmosferi ve tıp açısından geriliği yüzünden...
Gelelim Mustafa’ya... Bizler onu önce beşikteki bebek olarak görürüz. Sonra birkaç yıl aralarla büyümesini izleriz. Hasta çocuklarla dolu, bazen 3-5 cenazenin birlikte kaldırıldığı Selanik’te matem yılları yaşanır. Bu arada Ali Rıza Efendi de 1888 yılında öbür âleme göçer. Zübeyde, çocuklarından özellikle Mustafa’ya özel bir ‘ihtimam’ gösterir. Mustafa da o mavi gözlerini koruyarak adım adım büyür. Çeşitli dönemin Mustafaları öylesine benzeşirler ki, çekim ekibinin çabası gerçek bir alkışı hak eder.
Sonra okul sorunları yaşanır. Hep olduğu gibi... Artık delikanlı olmuş Mustafa, kendisine kötü davranan Arapça hocasından usanıp ‘zabit olmak’ ister. Zübeyde’nin itirazlarına karşın bu gerçekleşir: askerliğe ilk adım.
O arada kocasız kalan ama güzelliğini (en azından filmdeki Aslıhan Güner kadar!) koruyan Zübeyde Hanım'a yeni bir talip çıkar: Ragıp Bey. Zübeyde Hanım gönülsüzce olsa da kabullenir.
Sonra o belalı yılları aralıklarla izleriz. Mustafa’yı üvey babayla mutsuz rakı içerken, ilk meyhane veya pavyon deneyimlerini yaşarken görürüz... 20. yüzyıla gireriz; 1908’deki Meşrutiyet ilanı, 1910’lardan itibaren yaşanan Balkan faciası...1915 yılında o facia dolayısıyla İstanbul Akaretler’de yapılan toplantı... 2. Dünya Savaşı, Çanakkale zaferi, o aralar yarbay olan Mustafa Kemal’in hayatını kurtaran göğsündeki cep saati mucizesi... Artık Zübeyde’den çok, Kemal ekranı işgal etmeye başlar. Durmuş-oturmuş, yaşını-başını almış, Alican Yücesoy’un tüm yakışıklılığı ve benzerliğiyle bizleri mest ettiği dönem...
1918 yılında ana-oğul Halep’te yeniden buluşurlar. Sonra 1922’de Adapazarı; Kemal’in Kocatepe zaferi...O sırada gazinin annesinden gelen tesbihi dudaklarına götürmesi gözleri yaşartabilir. Ve asıl büyük zafere kalamadan, Zübeyde’nin 14 Ocak 1923’de geliveren ölümü...
Tüm bunlar perdede dolaylı ama önemli bir Cumhuriyet destanı yaratıyor. Hep tartışılan ama bir türlü en olgun haliyle ortaya çıkamayan bir "Atatürk" filmi yerine, daha erken dönemin bir Mustafa Kemal destanı. Filmin adına eklenen Analar ve Oğullar deyişi, bize bunun bir aksiyon değil, daha çok duygusal bir aile filmi olduğunu hatırlatıyor. Belki belli ölçüde idealize ve estetize edilmiş, ’millileştirilmiş’ bir film. Ama o ölçüde de melankolik olan... O mavi gözleri artık hiç unutmayacak, destanlaşmış olayların yanında bu ana-oğul sevgisini de hatırlayacağız.
Bir yanı daha var filmin...Çökmüş bir imparatorluktan çağdaş, modern, laik bir cumhuriyet çıkarmış Atatürk’ün, en azından anacığının o ulvi güzelliğinin ardında yatan inanca, mistik düşünceye ve din duygusuna nasıl sevgiyle baktığını gösteriyor. Bitmeyen bir Atatürk düşmanlığıyla onu hep din karşıdı gibi göstermeye çalışan ve bu demode çabadan asla vazgeçmeyen tüm o imamların, o sözümona hocaların, o siyasilerin de bu filmi görüp, o derin ve içten hissiyatına katılmasını dilerdim.
Bu arada filmin çoğu yepyeni yaratıcılarına da tebrikler.
Yönetmen Cenk Yaz, senaryoyu yazan İlber Tekinsoy, görüntüleri çeken Ersan Çapan, müziği yapan Abdurrahman Tarikçi (biraz aşırı kullanılmış olsa da...) Oyunculardan, özellikle Zübeyde’de Aslıhan Güney, olgun Mustafa Kemal’de Alican Yücesoy, Ragıp beyde Emre Kınay... Ayrıca Sitare Akbaş, Devrim Has...Ve tüm o muhtelif yaşlardaki Mustafa’ları mavi gözlü kılmış teknik elemanlar. Hepsine bravo..
Zübeyde: Analar ve Oğullar
Yönetmen : Cenk Yaz
Senaryo : İlber Tekinsoy
Görüntü Yönetmeni : Ersan Çapan
Müzik : Abdurrahman Tarıkçı
Oyuncular : Alican Yücesoy, Aslıhan Güner, Emre Kınay, Devrim Nas, Sitare Akbaş, Turgay Tanülkü, Wilma Elles
Tarihi-Biyografi-Dram / 110 Dk.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.