1901’de Kaliforniya’daki bir itfaiye istasyonuna küçük bir ampul takıldı. O gün kimse “bu ışık insanlık tarihine kafa tutacak” diye düşünmedi. Ama bak şimdi: Aradan 120 yıl geçti. Birinci Dünya Savaşı patladı, imparatorluklar yıkıldı, Titanic battı, Atatürk Cumhuriyeti ilan etti. İnsanlar doğdu, öldü; siyasetçiler gelip geçti; rejimler değişti…
Ve tüm bu hengâmede küçücük bir ampul hâlâ pıt pıt yanmaya devam etti.
Üstelik yalnız da değil. Texas’ta 1908’den beri yanan başka bir ampul var, New York’ta da… Yani ampuller eskiden insanlardan bile daha dayanıklıymış. Bugünse biz, iki yıl dayanan telefonumuza “helal olsun” diye sevinir hale geldik.
Peki neden böyle? İşte burada kapitalizmin kurnazlığı giriyor devreye: planlı eskitme. 1920’lerde büyük üreticiler birleşip karar aldılar: Ampuller çok uzun ömürlü olmamalı. 1000 saat sonra “tık” diye patlayacak şekilde tasarlandı hepsi. Çünkü insan ömrünü kolaylaştırmak değil, cüzdan ömrünü zorlaştırmak hedeflendi.
Bugün baktığında aynı hikâye her yerde: Telefonların pili yetmez, bilgisayarlar iki yılda kasmaya başlar, çamaşır makinesi garanti süresi bitince bozulur. Yani biz ilerledikçe, ürünler kısaldı.
Ama o eski ampul hâlâ orada, mütevazı loşluğuyla dalga geçer gibi duruyor. Modern teknoloji bize göz kırparken aslında şunu söylüyor: “Ben 120 yıldır yanıyorum, siz hâlâ üç yıl sonra tükeniyorsunuz.”
Ve işin en güzel metaforu da burada: Hayat dediğin de kısa süreliğine yanmaktan ibaret. Kimimiz parlak, kimimiz loş…
Ama esas mesele şu: Parlaklık mı kıymetli, yoksa süreklilik mi?
Şimdi soruyorum:
Sence insana değer katan şey ışığının şiddeti mi, yoksa yanarken bıraktığı iz mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.