Önceleri Devletin orman ile ilgili birimlerde duvarlarda "Ormansız bir Yurt, Vatan değildir-Atatürk" yazan yazılar vardır. Ben bile çocuk halimde ilçemde ki Ormanın biriminde duvarlarda görmüştüm.

 

Şimdi var mıdır bilemem. Ya da yerine ne asılıdır, kim bilir! Bir Kızılderili Atasözü ise, "Ormanda yere bir iğne düşse kartaI onu görür, geyik onu duyar, ayı ise kokusunu alır" der. İstanbul'un Fatihi, Sultan Mehmet ise, "Ormandan bir daI kesenin başını keserim" diyerek, orman ve ağaca bakışını sergiler. Çinliler ise, "Bir kuşağın diktiği ağacın gölgesinde gelecek kuşaklar serinler" diyerek önemli bir yere parmak basarlar.

 

Finliler ise çok gerçekçi ve duygusal bir söz söylemişler; "Ormana nasıl haykırırsan, sana öyle karşılık verir!" derler. İlk Manavgat'ta 28 Temmuz'da birçok noktada başlayan Orman yangınlarını, günün ilerleyen saatlerinde Marmaris ve diğer Akdeniz, Eğe gibi kıyıları yangınları izledi. Yangınlar nasıl çıktı, kimler ve neden çıkardılar tartışması başlı başına bir konu. Nasıl söndürüldü, kimlerin ya da devletin hangi kurumlarının nasıl bir yetki ve sorumluluğu vardı, sorusu bile artık kişiden kişiye değiştiğine göre, bunu da burada konuşmanın bir anlamı yok.

 

Hele hele Yüz yıllık Cumhuriyetin, Devletin seksen yıldır öyle ya da böyle tıkır tıkır işleyen kurumlarının son 15-20 yıldır nasılda bir anlayış değişikliği içinde olduğunu görmemek için kör ve sağır olmak gerek ama, üzgünüm ki onlardan da çok. Bunu da geçiyorum.

 

Hele hele Türk Hava Kurumu'nun (THK), yöneticilerinin ihmal, suiistimallerine karşın, yurttaşların büyük bir özveri ile gönülden kurban derisi ve sarı zarflı bağışları ile son yıllara kadar son derece başarı ile yürüttüğü çalışmaları, rehabilite edilebilecekken, Atatürk'ün kurduğu kurum olması ve bir de işin içine para, kiralama gibi çıkar ilişkileri girince yangınları konuşmak bile ne kadar tatsız hale geldi, artık anlayın ya!

 

Elimde ulaştığım bir belge yok ama duyduğum ve okuduğum kadarıyla, Orman Bakanlığı, yangın söndürme hizmeti aldığı şirkete, "yangın garantisi" veriyormuş. Bu yanlış anlaşılmasın, bazı okuryazar aklı evvel kiralık kafalar hemen dalarlar, o yüzden bir açıklamaya gerek olsun. Nasıl otoyol, köprü ve tünellerden geçilse de, geçilmese de, GEÇME GARANTİLİ sözleşmeler yapılıp, Deli Dumrul ödemeleri yapılıyor ise, bu da yangın çıksa da, çıkmasa da, o garantiler üzerinden ödemler yapılıyordur.

 

Bunu da geçiyorum. Hele yanan orman alanlarının nasıl yeşillendirileceği, ağaçlandırılacağı konusu ise bir başka tartışma konusu. Yanan ağaçlar kesilsin mi, yoksa doğa kendini yenilesin mi? Ağaç dikme nasıl olsun.

 

Yaz olunca biraz da kendimi seyyah yerine koyup, kışın kapanmanın acısını, yazın gezerek çıkartıyorum. O yüzden de, gittiğim yerlerde denize güneş doğmadan girerim. Hem sakin olur hem de etrafa çok ayrıntılı bakarım.

 

Manavgat'ta da, Köyceğiz'de de, Marmaris'de de, koylarda da denizden yanan yamaçlara bakarken, içim yanıyor. Ama ne çare.

 

Çok enteresandır, dikkatini çeken oldu mu, bilemem ama yanan yamaçlarda ilk günler çok daha net görünür iken, git gide azalan sis gibi bir duman tabakası, her sabah topraktan kopup, gör yüzüne doğru yükseliyordu.

 

Bu sabah dikkatimi çekti ki, artık o sisi gibi duman insanın acıları gibi azala azala yok oluyor. Geriye kulların gri bir tortusu kaplama başlıyor yanan her yeri.

Yangın yolu açmalar, yangın söndürme araç gereç ve uçak ve helikopterli almak ve kiralamak ise, gidenleri artık geri getirmiyor.

 

Bir aydan fazla zamandır, yanan orman alanlarında, yanan ağaçlar ağlıyor da bilemem kaç kişi gözyaşlarını gördü.

 

İyi günde, insanlarınki gibi, ormanlara da herkes dost. Ama onların gözyaşlarını kaç kişi gördü ki?

 

Bu dünyada hep "ateş düştüğü yeri yakıyor". İnsanda da, ormanda da. Ne acı!..