Yıllar önce okumuştum Platon'un kaleme aldığı ‘Sokrates'in Savunması’nı. Heykeltıraş bir Babanın ve Ebe bir Annenin oğluydu.

O zaman olay benim açımdan son derece yalın ve sadeydi.

M.Ö. 470–399 yılları arasında yaşamış olan Sokrates, döneminde para karşılığı felsefe öğreten, bilgi veren sofistlerden etkilenmişse de soruları gerçekçi değerlendirmeyi ve kökünden kavramayı öğrenmeyi; paraya pula, şöhrete ve önemli adam olmaya değer vermeyen bir filozof olmayı yeğlemiştir.

Doğru bildiğini söylemekten çekinmemiş, zamanı oldukça da Atina sokaklarında dolaşarak, karşılaştığı insanlarla konuşarak, gerçeği aramayı sürdürmüştür.

Gerçeği arayan bu yaklaşımı, çevresindekileri de uyandırmış, elde ettikleri toplumsal statüleriyle yaşayan, özellikle bilgisizliklerini gösterdiği sıradan sofistlerin de düşmanlığını kazanmıştır.

"Atina tanrılarını" reddedip yerine yeni tanrılar koymaya çalışmak ve gençleri baştan çıkartmak savıyla yargılandığı mahkemede, ölüme mahkum edilen 70 yaşındaki Sokrates, Atinalılar önünde kendini savunuyorsa da, oylamada az bir oy farkıyla suçlu bulunur ve ölüm cezasına çarptırılır.

Ölümüne/kaybına gönülleri razı olmayan dostları, sevenleri onu kaçırmaya ikna etmeye çalışmışlarsa da o Atina’ya Atinalıların kararına, saygısını göstermek ve ölümüyle onların yanlış kararına yanıt vermek istermiş ve baldıran zehiri içerek ölmüştür.

Son sözleri ise:

"Ey yargıçlar, ölüm karşısında umutsuz olmayın, kesinlikle bilin ki, ister bu yaşamda olsun isterse ölümden sonra, iyi bir insanın başına hiçbir kötülük gelmez. O ve onun olan hiçbir şey Tanrılar tarafından göz ardı edilmez, benim yaklaşan sonum yalnızca bir şans sonucunda olmuştur.

Ama açıkça görüyorum ki benim için en iyisi şimdi ölmek ve sorunlardan kurtulmak olacak. Bu nedenle de beni mahkum edenlere ya da suçlayanlara kızgın değilim; bana hiçbir kötülük yapmış değiller, gerçi beni mahkum etmedeki amaçları bana bir iyilik yapmak değil ama, beni yaralamak olmuş olsa da; bunun için onları biraz kınaya biliyorum.

Gene de onlardan bana bir iyilikte bulunmalarını isteyeceğim!..

 

Oğullarım büyüdükleri zaman, ey dostlarım, eğer varsıllık konusunda ya da başka herhangi bir şey konusunda erdem için olduğundan daha fazla kaygı gösterirlerse, ya da eğer gerçekte birer hiçken bir şeymiş gibi davranırlarsa, sizden onları cezalandırmanızı, benim sizlere sıkıntı verdiğim gibi onlara sıkıntı vermenizi isteyeceğim;

O zaman uğruna kaygı duymaları gereken şeyle kaygı duymadıkları için, gerçekte bir hiçken bir şey olduklarını düşündükleri için, benim sizleri azarladığım gibi siz de onları azarlayın. Eğer bunu yaparsanız hem ben hem de oğullarım sizden hakça davranış görmüş olacağız.

Ayrılma saati geldi ve kendi yollarımıza ben ölmeye, siz yaşamaya gidiyoruz.

Hangisinin daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir!.." diyerek bitiriyordu savunmasını.

Yüzlerce yıllık insanlığın uygarlık tarihinde, nedense değişmeyen bir şey var. Yöneticiler, doğrulardan ve söyleyenlerden pek hoşlanmıyor. Her zaman da bu durumu meşrulaştıran dalkavukları bulunuyor.

M.Ö 500 yıl yıl önce yaşanan bu olay ve diyaloglar, nedense Milattan iki bin yıl Sonra olsa bile, aynen geçerli.

Gerçekten, insan ve insanlık hep iyi ve iyilikten yana, güzel ve güzellikten yana mıydı? Anlamadım da…