Burada kahve içerken yan masaya bir bey geldi. Bir süre
sonra sohbet koyulaştı. Kendisi edebiyat öğretmeni. Ayrıca Türkoloji ve
Kürdoloji eğitimi almış. Şimdi siz Kürdoloji de ne? deyip işi Diyarbakır’a
bağlarsınız. Ama öyle değil. Kürdoloji eğitimini Mardin’deki üniversitede
almış. Bu arada Mardin Diyarbakır arası 70 KM imiş. Hiç fark etmemişim iyimi?
Kaçtı bi fırsat. Bölgenin siyasi, kültürel, sosyal, etnik, tarihi dokusu ile
ilgili sadece bir kişiden bu kadar akademik bilgi almakta “kadim şehirde gezgin
olmak” güzelliği. Doğu Roma’nın en doğu sınırının; bugünkü Diyarbakır, Mardin
sınırında olduğunu, Diyarbakır’ın, Roma İmparatorluğu’nun en doğu şehri
olduğunu öğrendikten sonra, kendisinin tavsiyesi ile Meryem Ana Kilisesi’ne
doğru yola çıkıyoruz.
Çıkıyoruz da bi açma yapalım. Nebi Camii kitabesinde,
geçmişte Hanefiler ve Şafiiler için ayrı ama yan yana bölüm olduğu yazıyordu. 4
Ayaklı Minare, Şeyh Mutahhar Camii’ne
ait. Hemen yanında devletimizin bi dünya para ve emek harcayıp onarttığı
Keldani Katolik Kilisesi ve Surp Giregos Ermeni Kilisesi yan yana. Ama malum
terör saldırısı nedeniyle kiliseler harap. Ziyarete kapalı. Ben olsam açardım.
Tıpkı 15 Temmuz saldırısında TBMM’nin zarar gören yerini ziyarete açtığımız
gibi orayı da açmalı, terörün dini imanı olmadığını özellikle çocuklarımıza
gösterirdik.
Bizim buralarda örneğin Muratpaşa Belediyesi’nin istediği,
ama pekte tutmayan “NostaljikÇarşı” modeki var ya, esnafa yönelik. Birde
Büyükşehir'in hani “Şarampol Efsanesi” denen tek tip dükkan girişi uygulaması.
Burada yıllar önce yapılmış ve projeye sadık kalınmış. Uzunca bir caddede
yürüyorum.”
“Mardin kapı şen olur
Le lee le le le le canım
Mardin kapı şen olur dibi değirmen olur
Buralarda yar seven mutlaka verem olur
” dolandı dilime. Çünkü tarif aldığım kişi ”Mardin Kapı’ya
doğru yürüyeceksin” dediydi.
Biliyorum. Bir de “Mardin Kapısından atlayamadım” türküsü
var ki ben bugün atlamayıp içerde kalacağım. Daracık, rutubet kokan sokaklardan
geçip buluyorum kiliseyi. 3 TL verip giriyorum. 1 TL verip evrensel barış
dileğiyle bir mum yakıyorum. Evet kilisede. Çünkü onlar da aynı Allah’a inanır
ve benim dinimin 5 şartından biri “Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına
inanmak” der. Çocukken mahalledeki camiye namaz öğrenmeye gitmedin mi sen? Bu
arada Barnabas İncili’ni okusaydın daha başka şeyler de öğrenirdin.
Tam da canlı yayın modundayım. “Görevimiz bilgilendirmek”
ya. Telefonum öttü. Feyzullah bey. Akşam beni bi yerlerde misafir ettirmek
istemiş “hayır” demiştim ya, yapmazsa rahatsız olur. Yeğenini aramış. Buluştuk,
küçük bişehir turundan sonra kendimizi ciğerci de bulduk. Bakın burası önemli.
“Açmısın?” demedi, “Bişeyler yiyelim mi?” demedi,”ne yersin?” demedi. Ciğerciye
gittik, siparişi verdi. Coğrafyasına, damak tadına sahip çıkmak, misafir
ağırlamak bu bölgede böyle. Ben bu coğrafyanın kuzeyinden güneyine “doğu”
tarafında hep bunu gördüm. Yemeyi sevdiklerini sokaktaki tüketimden görürsünüz,
ama aynı oranda yedirmeyi de severler. Ve siz bu coğrafyayı bölmeye çalışanlara
bi sitem yollarsınız ciğerci masasında.
Uçak 20.10 da. 1 saat önce meydan da olmacağız. Şehirden
ayrılma zamanımız 18.30 civarı olmalı. Bu arada biz şehir turu atıp kültür
paylaşımı yaparken saat 16. 30 olmuş. “Abi seni AVM’de bırakacağım. Burası
şehrin yeni tarafı. Tavsiyem bi kahve iç, taksiye bin git. Çalışıyorum.
Psikoloğum. Randevuma gitmem gerek” diyor genç arkadaşım. Vedalaşıp
ayrılıyoruz. İstikamet mi? Starbucks. Evet. Yaklaşık 1.5 saat. Kitap okuyorum,
kaydettiğim fotoğraflara ayar veriyorum. Hiçbir şehirde olmadığı kadar aklımda
kalan, “daha garpız keseceğidik” geyiğinin en masum haliyle vedalaşıyorum
uçağın penceresinden izlediğim sarı
lambaların aydınlattığı sokakta izlerimi ararken.