AL CAPONE * sorar:
‘Bizden daha büyük var mı? Buraların tek sahibi biz değil miyiz?’
İkinci adamı FRANK NİTTİ cevap verir: ‘Değiliz, bizden önce
gelenler gerçek sahibi, onlar Washington da..’
Bu iki adam İtalyan göçmeniydiler, 20. Asırda Yeni Kıta’ya gelmişlerdi.
1900’lerin başındaki Amerika, her ne kadar -fırsatlar ülkesi- olsa da aynı
zamanda inanılmaz acı ve elem dolu bir yerdi. Evet, Avrupa da kırılamaz ve
yıkılamaz denilen bir kilise-aristokrasi ve Ordu üçgeni vardı, ama o , en
azından iyisiyle, kötüsüyle bir sistemdi. Oysa Amerika da sokakta bir kez
dımdızlak kaldın mı ya sokak köpeklerinin elinde paramparça ya da en iri sokak
köpeği olurdun.
Al Capone ve Nitti, ikinci şıkkın adamıydılar. Bir süre sonra yalnızca sokakları değil ama
Şikago kentini fiilen yönetiyor olacaklardı. Capone, (al yanak demekmiş)
AL Capone, dindar bir ailede yetişmişti, Tanrıya yürekten
bağlı olduğunu sanıyordu. Ama yoksulluk canına tak etmişti. Her çocuk gibi bir
bisikleti olsun istiyordu, ama aile fakirdi ama alamıyordu.
Capone her gece Tanrıdan bir bisiklet istemek için dua
edermiş. Gerisini onun ağzından aktaralım:
‘Anladım ki Tanrının bana bisiklet vereceği falan yok.
Çaldım.. baktım ilahi ceza falan da yok, çaldığım bisiklet için günahlarımın af
edilmesini istedim. O günden sonra ilahi sistemin nasıl çalıştığını
anlamıştım.’
Capone her suçunun ardından kiliseye veya fakir fukaraya
yüklü bir bağışta bulunuyormuş.
ABD nin belki de en çapsız başkanlarından Hoover, ülkeyi
iflasa sürüklemişti. Üstüne üstlük bir de -alkol- yasağı uygulamış, böylece de
kaçak içki satıcılarının milyonlar kazanmasına olanak sağlamıştı.
Bu işler Şikago kentinden yürütülüyordu o koca Michigan gölü
Kanada sınırından içki kaçakçılığının ana yolu olacaktı. (Kanada o yıllarda
hala İngiliz müstemlekesiydi) Kaçak içki, beyaz kadın ticareti Al Capone ve
adamlarına o kadar çok para kazandırmıştı ki adamların bir ara feneri şaşmıştı.
Dile kolay adamlar milyonlarca Dolar ile oynuyorlardı.
1920lerin ortalarında..
Varın gerisini siz
düşünün.
Çil-çil nakit Dolar ile cepleri dolup taşan bazı
görgüsüzler, işte o günlerde bizde ki sonradan görme bazı müteahhitler gibi
purolarını yüz dolarlık baknot ile yakmaya başlamıştı.
Ama sokaklar da kan gölüne dönmek üzereydi. Al Capone gibi
gangsterler uzlaşma ile vakit geçirmezlerdi. Bir ara herkesin elinde o günlerin
efsane silahı, otomatik -tomson makineliler- vardı.
45 lik mermiler girdiği yeri patlatıyordu. Hani kan gölü
dedik ya, harbiden ortalık kan gölüne dönmüştü. Ama Amerikan büyük sanayisinin
patronları bu gidişten hiç hoşnut olamıyorlardı. Al Capone milyonlarla oynuyor
olabilirdi, ama Washington beyzadelerinin derdi milyarlarca Dolar idi.
Ve bu büyük sermaye hareketi Capone gibiler yüzünden risk
altındaydı. Adamlar dünya piyasalarına vaziyet etmek üzereydiler ama kendi
topraklarında hukuki bir düzen kurmazlarsa, kuramazlarsa, kime gidip de laf
anlatabileceklerdi ki... O günlerde basın ve radyo telefon dünyanın dört bir
köşesine haber uçuruyordu. Üstelik Capone ve adamları Belediye başkanı falan
seçiyorlar, senatörlere, polise, bürokrasiye rüşvet veriyorlardı. Kolları
Washington’a kadar uzanmıştı. Her türlü tehdit ve yolsuzluk azami aşamadaydı.
29 Buhranı sırasında ülke kırılmıştı, işsizlik milyonları
bulmuştu, bir kap çorba için insanlar her şeyi yapabilir bir hale gelmişti. Al
Capone şimdi de Robin Hood gibi fakirlere aşevleri açıyor, insanlara açıktan
para veriyordu. Şehrin en görkemli otelinde sefa sürüyor. Gazetecilerin
sorularına;
‘Canım ben gangster falan değilim, iş adamıyım. Halk ne isterse onu veriyorum’
demekteydi.
Şehirde ki adli ve kolluk güçleri onun emri altındaydı. Ve
adamı hiçbir şeyden suçlayamıyorlardı. İşte Washington o zaman ünlü filme de
konu olan özel bir ekibi= ‘dokunulmazlar’ devreye sokmuş ve adamı vergi
kaçırmak suçundan hapse atabilmişlerdi.
Ee, bize ne derseniz;
Amerika’da hiçbir şey durduk yerde olmaz iyi analiz edin
derim.
Ve elbette her ülkenin sonradan görmeleri bir gün asıl sahipleri tarafından def edilecektir. Diye de ilave ederim.