Bayındır ile
Gömbe arasında bir köye varıyoruz önce. Yörük İbrahim Abi’nin evine konuk
olduk. Dağ başında klasik bir yörük yaşamı sürüyor oğlu, gelini torunları ile.
Çevre, ev pırıl pırıl, yürekleri kadar. Güzel bir çay geliyor. Ben hemen
yanıbaşımdaki nane oymağından bir filiz alıp bardağıma atıyorum. İbrahim
Abi’nin oğlu başka bir oymaktan bir filiz getirip, “Bunun aroması daha güçlü, o
yoz” diyor. İkinci bardakta da onu kullanıyorum.
İbrahim Abi’yi de alıp vuruyoruz yola. Uçansu’yu
çıkarıyoruz rotadan ama Yeşilgöl’ü görmeden olmaz. Oradan Subaşı Yaylası,
oradan İkizgöl Yaylası ki Fethiye sınırında kendisi. Bir ağaç gölgesi, bir su
kenarı arıyoruz artık mola zamanı.
Fethiye Yakaköy yakınlarında bir mola yeri bulduk.
Tabela yok, internet olmadığından konum bilgisi de yok. Ama ne var, mis gibi
kokan ardıç ağaçları var ki her biri bir doğanın sanat eseri. Soğukça suyu akan
bir çeşme var. Kazım abi o derin, bitmeyen şiir dağarcığından okumaya başlıyor
arabayı park ederken.
İlkokul 4.
sınıfa geçtiğim yıl, tatil kitabımın en arkasında okuduğum ve hiç unutmadığım
Aşık Dertli’nin dizeleri…
Telli sazdır
bunun adı
Ne ayet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde
Venedik’ten
gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah’ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde
Abdest alsan
aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Kadı gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde
Dertli gibi
sarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde
Şöyle bir dalıyorum ardıç yani katran ormanına,
ayakta ölmüş ağaçların dibinde taştan çevrilmiş taştan mezarlar var. Hayat bu
işte, kim bilir kimin vazgeçilmeziydi bu canlar. “Arar bulur muydun beni beni”
biraz Müslüm, biraz Cem Adrian, çokça Ahmet Kaya çınlıyor kulaklarımda. Uzun
zamandır uğrayamadığım uzak mezarlara yürüyor düşlerim.
Herkesin dinlendiği, doyduğu, eski güzelliklerin
yadedildiği keyfli bir moladan sonra yola koyulduk. Adını duyup merak ettiğim
“Arsa” adlı köyün de içinden geçiyoruz. Burada her yer üzüm. Ama bizim Müğren
gibi ağaç halinde değil, Manisa gibi sera değil. Bildiğin üzüm çardağı, başında
henüz olgunlaşmamış, “goruk” hali salkım salkım.
Kasaba üzerinden tekrar Gömbe’ye döndüğümüzde
solumda kalan kocaman dağa bakıyorum. “Akdağ” dediler adına. “Biz sabahtan beri
bu dağı mı tavaf ettik?” diye sordum. İbrahim Abi “Evet” dedi. Gömbe’de
dondurma değil, yemek molası verdik. Eeeee goca yörük İbrahim Abi evde yemek
yediremeyince en azından burada bişeyler yedirmeden salmadı. Hani Atatürk’ün
“Toroslar’da dumanı tüten” diye tarif ettiği yörükler var ya, tam da o.
Bugünkü masal bu kadar. Tamam, kış da gelse
elimizdeki yayla fotoğraflarını paylaşmaya devam edeceğiz.
Nizamettin
ÖZMEN