
Bekir Bülend Özsoy
‘Tarihin raf ömrü yoktur!’
Bu mütevazi köşemizden defalarca dile getirdik; Tarihin görevi sizin kafa yapınızı bozmak veya düzeltmek değildir, ruh halinizden sorumlu da değildir. Tarihten nefret edilemez veya ona abartılı hayranlık duyulmaz. Tüm kahramanlar sizin tarafınızda ve tüm korkaklar karşı tarafta olamaz.
Gelelim bugün ki yazı konumuza:
Bugün 24 Mayıs, tarihin tozlu sayfalarına baktığımızda 1832 senesinde bugün imzalanan bir anlaşmayla Batı da ki asabi komşumuz Yunanistan krallığının kuruluşuna denk geliyoruz.
Anlaşma nerede imzalanmış?
Londra da…
24 Mayıs 1832 de, yani 190 sene önce.
Ama benim dikkatimi bir adam çekiyor;
John Kapodistrias.
Bu arkadaş Korfu adasında doğmuş (Venedik idaresi altında) önceleri Rus Çarı 1. Alexander hizmetinde sonra Yunanistan’ın milli kahramanı olmuş ve hala da ülkesinde anısı saygı gören bir devlet adamı. 1832 ye giden yol onunla aşılmış.
Kısaca geçmişe bir bakalım: Yunan coğrafyası 1450 lerden itibaren Osmanlı-Türk egemenliğine geçmeye başlamıştı. Doğu Akdeniz hakimiyeti için bu işgaller elzemdi. Ama çoğu tarih adamına göre Yunanistan hiçbir zaman tamamen ele geçememişti. İç ve dağlık bölgeler kontrol altında değildi. Kaldı ki Türk idaresi oldukça rasyoneldi, yani, ezeli imparatorluk kaidesi olan çoklu bir toplum yaratmak ve onun bütün katmanlarıyla uyum içinde yaşamak! İslam dinine dönenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Geçen yıllar içinde bu formasyon elbette aşınacaktı. Fransız devrimi (1789) Yaşlı kıtayı sarsmıştı üstelik şimdi Napolyon Bonapart adında aydınlanmacı bir despot siyasi ilkeleri temelinden sarsıyordu.
Tuhaftır ama o yıllarda Rusya Çarlığı ile Osmanlı sultanlığı ortaklaşa bu politik depremin Yunan yarım adasında yayılmasına mani olmak için işbirliği yapıyordu.
Adamımız Kapodistrias ise yaşadığı tecrübelerin ışığında başka şeyler düşlüyordu. Çar 1. Alexander onun idolüydü. Bir toplum yobaz dincilerin elinden ancak güç kullanılarak kurtarılabilirdi. Fransa bunu başarmıştı, Rusya başarmak üzereydi İngiltere zaten çoktan yırtmıştı. Neden Yunanistan bu örnekleri izlemesin!
Ancak bir sorun vardı Osmanlı-Türk idaresi oldum olası bu din olaylarına fazla karışmıyordu kiliseler falan herkes serbestti. Ve kiliseler diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi (yani devrim öncesi) milletin canına okuyamıyordu. Ne var ki geçen süre içinde Osmanlı zayıflamaya başlamıştı. Türk-Rus savaşları İstanbul için kötü gidiyordu. Fransa ve İngiltere Doğu Akdeniz de sıkı bir rekabete girişmişti ancak gerektiğinde hemen uzlaşıveriyorlardı. Napolyon sonrası Avrupa’nın sınırları yeniden çizilirken, Viyana da Kapodistrias da oradaydı, Rusya’yı temsil eden heyetin içinde kilit adamdı. Ve açıkladığı köklü reform düşünceleri ile koyu monarşistllerin uykusunu kaçırıyordu.
Yunanistan ise o eski antik Yunanistan değildi. Atina, Isparta , maraton Pers istilası, ünlü 300 ler falan hepsi çoktan efsane olmuştu. Yunanistan son 3 yüzyıldan beri köhnemiş bir ekonomik ve sosyal sistemin kölesi vaziyetteydi. Ve şimdi medeniyet güneşi batıdan doğmaya başlamıştı. Artık eşkıyalık yaparak zaten yoksul halkı soymanın bir manası kalmamıştı. (Unutmadan ilave edelim; Yunanistan da dağ eşkıyalığı bayağı bildiğimiz bir meslek idi, ve kanunla yasaklandığında ortalık ayağa kalkmıştı.)
İngiltere ve Fransa kendilerine bağımlı bir hükümet istiyorlardı, hem de ayrı ayrı, e Rusya da geri durmuyordu. Osmanlı idaresi bu kutuplaşmanın farkındaydı ve o da oyununu ona göre kuruyordu.
Kimsenin bu garip halk ne olacak dediği yoktu. Zaten o halk bir diğerinin gırtlağını kesmekle meşguldü.
İşte Kapo, bu gidişin doğru yol olmadığını fark etmiş kişisel temaslarını kullanarak güney Yunanistan diyebileceğimiz bir bölgede Türklerden muhtariyet koparmayı başarmıştı. Ortada artık Yunanlıların kendi kendini idare edebileceği bir devletçik vardı, şimdi iş bu toplumu reforme etmekti. Elbette ne Londra , ne Paris ve nede St. Petesburg böyle düşünmüyorlardı. Dahası çoğu Yunanlı da böyle düşünmüyordu. Adam Kiliseyi sınırlıyor, eğitim reformları planlıyor, Batı dünyasında gördüğü idari sistemin temellerini atmak istiyordu. Monarşiye karşıydı, ama Napolyon ve Alexander tarzı bir
‘aydınlanmacı despot’ olarak ülkesini iki kuşak sonrasına hazırlıyordu.
Bu politika ise kendi hazin sonunu getirecekti; savaş ağalarının söz sahibi olduğu bir Yunanistan istemiyordu. Bu yüzden de en hırlısını tutuklatıp hapse yollamıştı. Asinin kardeşi ve yeğeni 9 Ekim 1831 de Kapoyu öldürecekti.
Bir kaosun içine düşen ülkeyi bir an önce toparlamak için Londra ve Paris baş başa verip ;bu böyle olmayacak bize en iyisi bu adamlara bir kral falan bulalım’ diyecekler ve bir Bavyera prensi olan Otto’yu Yunan tahtına getireceklerdi.
Kaponun hikayesini bir anekdotla bitirelim: Yunan halkının o günlerde en önemli sorunu açlık idi insanlar perişandı, Kapo ülkeye tonlarca patates getirtmiş ve halka bedava dağıtılmasını arzu etmişti, tok insanların daha kolay eğitilebileceğini hayal ediyordu.
Ama o da ne kimse bu bedava besin kaynağına elini bile uzatmıyordu. Hani bedavaydı ya;
‘vardır bir orostopolluk’ diyordu ahali.
Kapo halkını iyi tanıyordu ; bir şilep dolusu patatesi meydana döküp başına da bir sürü nöbetçi falan koymuştu. Şimdi aynı halk ‘ ulan o kadar nöbetçiyle korunduğuna göre bunda vardır bir matah deyip ufaktan ufağa hırsızlık yapmaya başlamıştı. Nöbetçiler daha önceden uyarılmıştı her hırsızlık olduğunda başka tarafa bakarak oluyorlar veya sigaralarını sarıyorlardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.