
Bekir Bülend Özsoy
‘Sinek ile örümcek arasında pazarlık olmaz!’
Şavalak dediğimizde de alınıyorsunuz kardeşim, adam saçına -sakalına ak düşmüş, çıkmış; biz İHA’ları sattığımızda bunların kullanılacağını hesap etmemiştik, falan diyor, karşı mahalleden emekli bir general doğru bir açıklamadır diye ‘kıyak’ geçiyor. (Bilmeyenler kıyak geçmenin ne demek olduğuna bir baksınlar)
Muhalif cephe ekranları stüdyoya ya kendi türkülerini söyleyenleri toparlayıp işi ucuza mal ediyor.
Habercilik derseniz çoktan rüya olmuş vaziyette.
Bu durumda söylenecek pek fazla bir şey yok. Biz dönelim gene tarihin kanlı sayfalarına.
1938 senesi, Avrupa kıtası.
Büyük Savaş (1914-1918) bittikten sonra yapılan barış anlaşmaları sonucu yaşlı kıtanın siyasi haritası radikal bir şekilde değişmişti. Ortaya bir sürü yeni devlet çıkmıştı. 2 asırdan beri sınırları bile unutulan Polonya mesela, hadi geçmişte bir Polonya toprağından söz etmek mümkündü ama arkadaş bu ülkenin sınırlarını adam gibi çizecek bir babayiğit yoktu. Hele Çekoslovakya diye bir şey hiç olmamıştı. Çekler ayrı bir millet idi Slovaklar ayrı, ortak bazı özelliklerinin bulunması onları bir millet yapabilir miydi?
1919-1920 barış anlaşmalarına göre -yapabilirdi-
E, peki siyasi yapı diyelim oluştu toprak nereden gelecekti? Mağlup devletler ne güne duruyordu Avusturya-Macaristan imparatorluğu çoktan tarihe karışmıştı, biraz Macarlardan, biraz Viyanalı beyzadelerden ve elbette savaşın baş mimarı Almanya’dan alınacak topraklar hem Polonya hem Çekoslovakya için yeterli olabilirdi. İyi hoş da bu topraklar üstünde yaşayanlar ne olacaktı. Onlar da kendilerini bildik bileli -Germen- ırkından sayıyorlardı. Ve bu yeni yapı hayatlarını alt üst edecekti.
Razı gelemiyorlardı, uygun bir fırsat bekleniyordu. Almanya sınırları delik deşik olmuştu. Prag’daki yeni hükümet oldukça demokrat bir yapıdaydı, Abileri Fransa’ya öykünmüşlerdi, siyasi yapı aynen Paris modasının izlerini taşıyordu.
Ama Polonya öyle değildi, orada Alman azınlık epey sıkıntı içindeydi. Adolf iş başına geçtiğinde ürkek sosyal demokratların boyun eğen politikasından nefret ediyordu. Çoğu Alman onun haklı olduğunu düşünüyordu. Coğrafyanın bir gereği olarak önce Prag ile dalaşacaktı, çünkü bu yeni uyduruk devletin Alman sınırlarına bakan bölgede -Südetland- Alman nüfus, Çekoslovakyalı vatandaşlardan çok daha fazlaydı. Hitler de tüm dünyaya dönmüş; ‘Bu adamlar halis Alman, başka bir ülkenin egemenliğinde yaşamaları bir eziyet, kabul edilemez’ diyordu.
Südetland bölgesi derhal Almanya’ya geri iade edilsin derdindeydi. Fransa ve İngiltere hala savaş yorgunuydu, ekonomileri nerdeyse iflas etmişti. ABD belalı bölgelerden uzak durmayı seçmişti. 1929 krizinin etkileri azalmıştı ama yok olmamıştı. Ortalıkta bir tek Stalin taş gibi sağlam duruyordu. Paris’i ve Londra’yı uyarmıştı;
Hitler bu gidişle Südetland’ı alsa bile yetinmeyecekti.
Bu tahmin Stalin’in barış sevdasından veya siyasi ahlakından kaynaklanmıyordu, o da acımasız bir diktatördü, yani
‘Halden anlıyordu!’
Nitekim Adolf, önce Südetland’ı kapmıştı, hem de Fransa ve İngiltere’nin rızasıyla.
Londra ve Paris ne olur olmaz diyerek geride kalan Çekoslovakya’nın bütünlüğünü garanti ediyorlardı.
Ki ülkenin Slovak bölgesinde bir coğrafya önce muhtariyet ilan etmiş sonra da Berlin’in himayesini resmen talep etmişti.
Hitler batılı devletlere dönüp şöyle diyecekti:
‘Sizler Çekoslovakya diye bir devlete güvence vermiştiniz, şimdi o devlet yok!’
İbret alınsaydı, tarih hiç kendini tekrar eder miydi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.