İnsan, bir sebeple doğada ki yerini alır ki, bu bir savaş olur kazanır kaybeder ama toplum ya da topluluk da ki yerini de almış olur
Tarih, sosyoloji ve antropoloji bilimleri
göstermiştir ki, toplumlar bir önceki nesillerinin mürüvvetini taşırlar ve
bıraktıklarını sinelerine çekerek yaşarlar. Bu yüzden insanların şansları
yaşadıkları dönemin olanakları ile de ilgilidir.
Anadolu toprakları o kadar üretken
topraklardır ki, günümüzden 300 milyon yıl kadar öncesine kadar dayanan bir
tarihi barındırır.
O yüzden Ahmed Arif, "Beşikler
vermişim Nuh'a/ Salıncaklar, hamaklar,/ Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır / Anadolu’yum
ben,/ Tanıyor musun ?" der ANADOLU şiirinde.
Anadolu diğer yandan da yangınların,
savaşların, zulümlerin, acıların adı olduğu gibi, mutlulukların yeşerdiği,
yaşandığı, yiğitler büyüten toprakların da bir başka adıdır.
O yüzden bu topraklarda acılar bile bal eylenir.
Bilgiler taş kovuklarına saklanıp,
deneyimler felsefe, masal, destan olup ortalıkta savrulurken, doğrular doğurur
analar, bot boy fidanlar yetiştirir babalar.
Bu yüzden Ak Denizin mavi sularında
buluştuğumuz İtalya-Arpino'dan hemşerimiz Antik Yunan Filozofu ÇİÇERO'nun
(MÖ.106-MÖ.43 Suikast sonucu ölüm), deyişi ile gerçekten "Güneş altında
söylenmemiş söz yoktur.”
Anadolu'da da söylenmemiş söz ve söylemedik
kişi kalmamıştır. Yine antik çağ filozofu DİYOJEN (MÖ.412/ Sinop- MÖ.323/
Yunanistan - Korint'kentinde), gündüz vakti elinde lamba ile çok dolanmıştır "Adam arıyorum, adam!" diyerek son
zamanlarda bazı olayları ve söyleyenleri görerek bir Anadolu deyimi daha aklıma
geldi: "Mayası bozuk" denilen.
Başka dilde var mıdır bilmem ama bu sözcük
de çok ilginçtir.
Yaşadığımız ikinci milenyumun çağının ilk
yüzyılının ilk çeyreği günlerde pek de şanslı olduğumuzu söylemek olası değil,
sanırım.
Acaba diyorum Değerli üstat, yazar Yaşar
Kemal bu günleri, o günlerden gördüğü için mi, “O iyi insanlar, o güzel atlara
binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” demişti.
Güngörmüşler derler ya" dünya kazan,
insanoğlu kepçe" diye. İşte bu toprakların insanları Dünyanın dört bir
yanından savrula savrula bu topraklara gelmişler ve her biri kendine yurt
edinmişlerdir.
Kız alıp, kız vermişler. Yoğrula yoğrula
birbirleri ile kaynaşmışlar, dayanışmışlar ve bu günlere kadar gelinmiştir.
Acılar bal edilmiş, emek sömürüsüne göz yumulmuş, ne çok şey sineye
çekilmiştir.
Dönem Osmanlı Dönemidir, 15 ve 16
yüzyıllar. Avrupa devletleri denizleri keşfetmişler ve ticarete başlamışlardır.
Ucu bucağı belli olmayan toprakları ile
Osmanlı Sarayı, işin kolayına kaçmış ve ticari ayrıcalık sayılan İlk
kapitülasyonları Macaristan, Sırbistan ve Akdeniz kıyısındaki topraklarında
Venedik, Ceneviz ve Fransızlara vermişler ve halkının ticaretten elini eteğini
çekmesine sebep olmuşlardır.
Devir 18 yüzyıldır. Ne yazık ki, Osmanlı
dünyanın gidişatını pek anlamamıştır. Bu yüzden, 1740 yılında I. Mahmut ile
Fransa kralı XV. Louis arasında, sözünü ettiğim kapitülasyon anlaşması
imzalanır.
Avrupa sanayi ve ticarette almış başını
gidiyor, Feodalizm yavaş yavaş Kapitalizme dönüşmeye, devir başka bir devir
olmaya başlıyor.
19 yüzyıl ile birlikte Avrupa ve Dünya
Sanayi Devrimini yaşıyor. Anadolu ise insanlar, "Mülk Allah'ındır"
denilen topraklarında ortakçılık yaparak ekip biçiyorlar.
En sonunda da Osmanlı ve Avrupa arasında
artık gözle görünür bir nitelik farkı oluşuyor.
Bunun sonucunda da, Osmanlı topraklarını Avrupa'ya tek bir pazar olarak
16 Ağustos 1838 tarihinde imzalanan Baltalimanı Antlaşması ile ticaret dışında
da, ülke kaynakları başta Fransa olmak üzere Sanayi devletlerinin kullanımına,
daha ileri düzeyde bir kapitülasyon antlaşması olarak açılıyordu.
1862 yılında "İNHİSAR" adıyla
kurulan ve tütün dış alımını yasaklansa ve tuz tekeline ilişkin yönetmelik
yayınlansa da;
1879'daki "Rüsumu Sitte
Kararnamesi"yle tekel gelirleri devletin iç borçlarına karşılık olarak
yabancı bankerlere bırakılıyordu.
Bu da yetmemiş ve 1883 yılında Osmanlı
Devleti, dış borçları nedeniyle tütün tekeli ayrıcalığını, yabancı sermayeli ve
yöneticili Tütün Rejisi'ne devredilmiştir.
Osmanlı artık işlenmiş mal üretemeyecek,
kumaş yerine iplik, iplik yerine ham pamuk, yün; hatta pamuk kozası satar hale
gelecektir.
Ekilen, dikilen, her şey yabancılarca kontrol
edilecek, halk kendi içeceği tütünü bile dağ başlarında kaçak ekecektir.
Muğla yöresinin o ünlü Kerimoğlu Türküsünde
gibi, Kör Arap'lar, yiğit Kerimoğlullarını şikayet edip, hapislere
gönderileceklerdir.
İçeceği tütünü eken Eyüp Kerimoğlu, Kör
Arap lakaplı ispiyoncu tarafından jandarmaya şikayet edilecek ve kaçak
Kerimoğlu'nu jandarmanın vurarak teslim alıp, tutuklayacaktır.
"Şu dağlarda geyik kalmadı/ Haydülen de
haydülen/ Şu dağlarda geyik kalmadı/ Oynülen de kör arabım sen oyna/ Senden
başka yiğit kalmadı" ağıtları zamanla çalıp, oynadığımız türküler
olacaktır.
O yüzden Türk toplumu ticaretten soğutuldu.
Sanayileşmenin değil, ucuz işgücü olmanın yolu iktidarlardakilerce açıldı.
Bu günde 2006'dan bu yana "YERLİ
TOHUM" ticareti ve bu yolla ekimi YASAKLANMIŞTIR.
Osmanlının II. Abdülhamit dönemine
rastlayan bu iç ve dış borçlardan dolayı Düyun-u Umumiye (1881) teslim olmuş
süreci, bazılarınca yok sayılan ve görmezlikten gelinen LOZAN ANTLAŞMASI ile de
yırtılıp atılmıştır. Buna karşın, dünden bugüne bir baksanız!
Bu ülkede 20 yıl öncesine kadar dedeler,
aileyi maddi ve manevi olarak korur kollardı, "dindar ve kindar bir nesil
yetiştirme" vaat edenlerin bu gününde ise, tüm sülaleyi becermeye kadar
gelinmiş.
“Edep Ya hu!..”