Düşünüyorum da, yaşamın içinde mi olmak, yoksa yaşamın dışında, kıyısında mı olmak insanı daha mutlu ediyor diye.

 

Bu sorunun yanıtı nasıl olur ise olsun, yaşı kaç olur ise olsun kafasında fikirleri, projeleri, umutları olan insanlar için yaşamın dışına çıkıp, bir kenardan olanı biteni seyir etmenin olanağı yok.

 

Sende, senin için çarpan ama senin olmayan kocaman bir yürek.

Sende, yılları yüklediğin bir beyin ve içinde at koşturtan düşünceler, fikirler ve bilgiler olduğu sürece; sende, ama sana çalışmayan, kişisel, bencil olmayan, senden beslenen bir beyin.

Bir çok kişinin "pandemi, pandemi" demekten bıkmadığı günlerde konuşmalarına inat, geçtiği yerde herkesin gözlerinin içine baka baka güzel Türkçemizin gönüllü kalemşörleri Ahmet Kocaman, Bilsay Kuruç gibi sözcükleri ve anlamlarını tir tir titreten ulu çınarlar.

Ve çevrede yoklar, yoksullar ve var, varsıllar.

 

Çöpe her şeyi atanlar, çöpten her şeyi toplayanlar.

 

Olanları görenler, olanlara gözlerini kapatıp, başkalarının keyiflerine göre anlatılanlara elçi olanlar. Hepsi aynı sokaklarda, caddelerde ve bu dünyanın her gün kirlenen suyunu içip, havasını soluyanlar ile iç içe, yan ayan bir yaşam.

 

Beyinin içinde birbirini tetikleyen düşünceler, çözüm önerileri ile dolaşırken, yanından geçen ve kafasında kırk tilki ile dolaşanlar.

 

Yok efendim, coronavirus dünya salgını ile yaratılan sorunlar, başta anlatılanlar ve bugün yaşananlar. Her ne kadar aşılar geldi, gelecek diye atmak serbest, hatta aşı yararlı, zararlı gibi tartışmalar ortalıkta gırla gidiyor.

 

Dünya kirlendi, dünya çoğaldı, bu yükü çekemiyor, bir şeyler oluyor, bir şeyler yapmalı diyenlerde bir hedef birliği yok artık.

 

İnsan için düşünenler. İnsanlık için düşünenler ile evrenin bu güne kadar birikmiş bilgi ve deneyimlerini, yine halkın emekleri, vergileri eğitim alarak, akıllarını, bilgilerini hatta kendilerini satanlar yan yana, iç içe, siz de bunları ve olanları görüyorsunuz.

 

Ortada sorun var.

Ortada sorunu yaratanlar, sorunlular ve sorumlular var ama sorunu görüp, soruna çözüm üretilen akıllar satılmış, tutulmuş, vicdanlar kirlenmiş ve havası, suyu, doğa gibi kirli bir dünyada kirli fikirler, düşünceler ile yan yana ve iç içe yaşamaya başladık da farkında değiliz.

 

Kendimiz, çoluğumuz, çocuğumuz için vicdanlı düşünmeleri bir kenara bıraktık, cüzdanlı düşünmelere akıllarımızı, vicdanlarımızı ve dilimizi kiraya verdik. Ne acı.

 

Evet, en başta ne demiştim.

"Düşünüyorum da, yaşamın içinde mi olmak, yoksa yaşamın dışında, kıyısında mı olmak insanı daha mutlu ediyor diye." sormuştum kendi kendime.

Şimdi ağzı olan, dili olan ve bir mikrofon bulup, iki satır okuyacaklar konuşuyor, söylüyorlar ama soruna çözümü var mı?

 

Ya da, kimin soruna çözüm var.

Binlerce yıllık dağların, tepelerin ağaçları, otları, hayvanları gül gibi yaşayıp, geçinip giderken birden, doğanın taşı, mermeri için yok edilen dağlar, tepeler ve çevrenin vebalı kime.

Kirletilen, kurutulan derelerin, çayların suları nereye gitti, balıklar ne oldu, "vırak vırak" öten kurbağalar nerede diye düşünmenin yerine, "adamı ve madamı" olanların, "adamları ve madamları" için bağrışmaları, çığrışmaları.

 

Oysa hani hep aynı havayı soluyor, aynı derenin, çeşmenin suyunu içiyor, birlikte yaşıyorduk. Ne oldu bize?

İşte, bu yüzden konforlu bir mindere, yumuşacık bir döşeğe başdaş kurabilecekken, deli deli şeyler düşünüp, uykusuz gecelere kendini bırakmak akıl işi değil biliyorum.

 

Oysa siz de dün benden farklı değilsiniz. Sabah namazında başlardı bizlerin günü. Akşamları da gün batımı ile dururdu ortak hayat. Ve hepimizindi güneş. Ve biz Nazım usta, taa 1924'lerde haykırıyordu bu dizleri:

"Bu bir türkü, toprak çanaklarda, güneşi içenlerin türküsü!

Bu bir örgü, alev bir saç örgüsü, kıvranıyor; kanlı, kızıl bir meşale gibi yanıyor, esmer alınlarında, bakır ayakları çıplak kahramanların!

Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim!

Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi, Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını, altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik!"

 

Söz uzuyor ama dert aynı. Sen ne söylersen söyle, ister Anadolu'da, ister Afrika'da dert aynı. Hatta Amerika'da da aynı. Bu acı çığlık da bir Kızılderili Reisinden. Hiç dert değişmiyor.

"Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir."

 

Sorun İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan sorunu değil. Onların işi bu. Niye onları en başta suçlayayım ki, sorun bizde.

Hani Anadolu'da "kahbe evin içinde olunca, kapı kilit tutmaz" derler ya. Artık o günleri yaşıyoruz.

 

Keşke, "vicdan ile cüzdan arsı" seçimlerde, yanlış seçim yapabilseydim. Ama olmaz ki. O zaman ben, ben olmazdım ki. Sizin, siz olmayacağınız gibi.

 

Ah be Selami Şahin,

"Yalancı dünya gibi, Yalancısın sevgilim, Sen mevsimler gibisin, Değişirsin sevgilim", dizelerindeki gibi, olmasaydı bu Atatürk Cumhuriyetinin güzel insanları. Hiç olmazsa, tarihten ders alırda, bu topraklara, bu sulara, bu havaya bir başka bakar, severdik.

 

Herkeste bir yürek var, ama aynı çarpmıyor ki.

Herkeste bir vicdan var, ama herkesin kefesi ve darası öyle farklı ki!

Çoğalmak, bu günleri de tez aşmak dileklerimle. Ve farkındalığı Nazım Baba görmüş. "Akın var, güneşe akın. Güneşi,  zapt edeceğiz, Güneşin zaptı yakın!"

 

İyi hafta sonları!