Bugün de yine Antalya ve Antalya'dan iki
kelam.
Güzel, anlamlı ve tatlı yaşamak, biraz
da senin yaşamın içine ne kattığın ile ilgilidir.
Bu korona virüslü günlerde her şeye
özenim hat safhada. Yediğimden, içtiğimden, gittiğim ya da gitmediğim yerlere
kadar.
Elbetteki günlük gıda gibi temel
gereksinimlerimi zorunlu olarak zincirlenmiş yaşamın, zincirlenmiş marketlerin,
zincirlenmiş gıda maddelerini almak için en yakın marketlere giderim.
Ama asıl zevk aldığım şey ise hele
Ankara dışına gitmiş isem, gittiğim yerlerin pazarlarıdır. Kendimi kaybederim
orada gördüklerimden. Aklınıza ne gelir ise bu mevsim çitlembik, ki güneydoğuda
Menengiç diyorlar ve kahvesi de var.
Yaban elmaları, armutları ne bulursam.
Hatta yaban mersini, az sonra yaban çileği falan filan.
Ne güzel memleket diyeceksiniz değil mi?
Üzgünüm, Yaşar Kemal'in Demirciler
Çarşısı Cinayeti romanındaki o güzel söz gibi olmuşuz da haberimiz yok.
"O iyi insanlar o güzel atlara
binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık."
Biz de öyle.
Antalya'da bir semt pazarına çıkınca
bunu bir kez daha anladım. İçim burkuldu. İçim, için için ağladı da duyan
olmadı.
Dedim ya pazara kız kardeşim ile gittim.
O ev için bir şeyler bakarken, ben de herkesin egzotik meyve gözü ile baktığı,
benim için Anadolu'nun kıraç toprağında, temiz havasında, toprağında, güneş ve
suyunda kıt kanaat yetişen fidanların meyvelerini aradım.
Aradım.
Aradım ama bulamadım. Bulduklarım da pek
bir şeye benzemese de eh işte, "turist müşteri modunda satış".
Değerli dostlar, farkında mıyız bilemem
ama artık ben nereye gitsem hayret içinde kalıyorum.
Sahil köylerinin sularında tuzluluk
oranı artmış. Çoraklık kapıda.
Dağ köyleri, köylüler için bile sayfiye
yazlık yeri gibi, günlük gelinip ekilip biçilip şehre dönülen yerler olmuş.
Bu memlekette bir şeyler demek istiyorum
ama değil herşey değişmiş ve hızla değişiyor.
Meyveler, sebzeler tatsız tuzsuz. O eski
tatlar da çekip gitmişler ya da birileri onları kovmuş biz de trene bakar gibi
bakmışız.
Köy yerlerinde bile süt-et inekleri
çuvallar dolusu "fenni yem" dedikleri, sanayi/fabrika yemleri ile
besleniyor. O eski çobanların güttüğü, ovalarda, dağlarda yayılan inekler de
gitmişler, öküz gibi bakılırken.
Nereye gitsem, nereye baksam hep içim
"cız, cız, cız" edip duruyor sigortası atacak ev tesisatı gibi.
Siz bu günleri öyle ya da böyle
yaşıyorsunuz. Olanların farkında ya da değilsiniz. Hatta bir şeyler yapmaya
çalışıyor ya da artık siz de boş vermiş olabilirsiniz. Herkes kendince haklı olabilir.
Amaaaa bu günleri yarınlarda nasıl
yazacaklar biliyor musunuz?
Anadolu’nun dağının taşının otunu,
çöpünü yiyip tuz olarak dillerini kayaları yalaya yalaya süt veren sarı, kızıl,
kara ineklerini aldılar, Avrupa ve Amerika’dan getirdikleri inek dölleri ile
aşıladılar, boğalar ile bir güzel yüğürttüler, o güzelim sarı inekler gitti
mi!..
Bakir Anadolu toprakları, önceleri
"fenni gübre" dedikleri kimyasal gübreler ile tarım politikaları
sayesinde zehirlenip verim arttıracağız diye GDO'lu (genetiği ile oynanmış
ürün) tohumlar ile yerli tohumları yok ettik mi?
Gerisi say say bitmez.
Şimdi birisi de kalkıp "Ee be
kardeşim, oturduğun yerde laf etme, bu işler öyle senin dediğin gibi olmaz.
Tabi ki daha fazla ürün alacağız. Masrafları çıkaracağız. Öteki türlü anası
anasını geliyor" derse, neetcen!..
Haklı. Doğrudur, Anadolu'nun yerli
"gıcık tohumları" ile bir alırken, şimdi iki, üç alıyoruz. Hatta daha
fazla. Evet, ilk zamanlar öyle görünüyordu.
Eee be kardeşim, ekmesek de biçmesek de
kökümüz kökenimiz oralarda, çocukken, öğrenciyken biz de az traktör üstünde
ekip biçmedik. O işleri biliriz, hariçten gazel okuyanlardan değiliz.
O zaman ben de sorsam mı?
Ninelerinizin tahta ceviz sandıklarından
çıkan, tohumlar kaç yıllık. O yıllar, hasat edilen ürünün en verimli, iri
taneleri seçilir ve tohum yapılır, her yıl da ekilir, dikilirdi.
Ya şimdi?
Şimdi, üstelik devletin denetimindeki
kurumlardan aldığın tohumları bir ya da iki yıl ekip diyorsun. Gerisi yok. Yeni
tohum.
Peki kaç kere, kaç yere ilaç yapıp
ilaçlıyorsun. O kimyasalların verdiği hasarlar.
Hadi şehirleri es geçelim, onlar sanayi
ürünleri yiyor, içiyor ve zehirleniyor ve hastalanıyorlar.
Ya dağın başında, hani Allah'ın bile
unuttuğu yer dedikleri yerlerde yaşayanlara ne demeli. Artık olağan ölümler yok.
Ya kalp krizi ya kanser. Yakında da COVID-19 derler.
Artık herkesin aklını başına almasında
yarar var. Bu işler böyle olmaz.
Yol yapan bir müteahhide ödenen para ile
kaç bölgede tarım teşvik edilir, hiç düşündünüz mü?
Besin güvenliği denilen politikaların
görmezlikten gelinmesi ile kaç yıldır kaç insanımızı kaybettik, kaç can yandı,
yuva yıkıldı biliyor musunuz?
Doktor yüzü görmeden bu dünyadan göç
edenlerin çocukları, torunları daha analarından doğmadan doktor tedavisindeler,
daha çocukluğunu bile yaşamadan kanserden ölüyor, ne acılar çekiliyor, biliyor
musunuz?
Politikayı, senin adamın, benim adamım,
olmadı madamım boyutuna indirip, alkışlar ile seçip, göz göre nafile turları
atıp, en sonunda, bilinen sözler ile sonlanan diyaloglardan bıkmadınız mı?
Ülke daha geçmişin mirasını yiyor.
Devlet olarak da kişiler olarak da.
Ey ahali, Anadolu'da derler ki: HAZIRA
DAĞ DAYANMAZ!.."
Bugününüz nasıldır bilemem, yarınınız
pek hoş olmayacak. Sizden sonrakiler sizleri pek hayır ile yad etmeyecek.
Diyebilirsiniz ki, “Biz geçmişe bir şey
demiyoruz ki”….
İşte asıl sorunda bu ya, siz geçmişte
sizin için yapılanların, miras olarak bırakılanların farkında değilsiniz ki.
Müflis tüccar, mirasyedi gibi, kendinizi
ağa sanıp sallanıp duruyorsunuz.
Reklamlar bitmek üzere, acıklı film
yakında başlayacak. Haberiniz olsun. Bu aymazlığınız olduğu sürece.