Hepimizin, her hayatın bir kırılma noktası vardır. Sadece zamanlama farklıdır. Ama bir şekilde, hem de kaçınılmaz bir şekilde, yaşarız o kırılma anını.

“ İstikbalin en olgun meyvası, ızdırabın iklimlerinde yetişir.” Demiş biri. Neden ille de böyle olması gerekir bilinmez? Ama böyledir işte. Belki de hayatlarımıza tam anlamıyla sahip olamayışımızdır sorun. Ya da ışığı görememek... Tam da kırılma noktasındayken hayatımızın, ışığı o noktada, hem de bütün renkleriyle görmek ve o iç burkan geç kalmışlık duygusunu yaşamaktır kötü olan...

 

Hep hayallerimizin peşinden ve hep en güzele yöneliriz başlangıçta. Sonra birileri; “ hayatın katı gerçekleri karşısında, ayağı yere basan amaçları gerçekleştirmemiz gerektiğini” vurgular bize. Bu hadsizliğe boyun eğeriz. Zorluklar ve aksiliklerle birlikte, vazgeçeriz kendimiz için en iyiyi istemekten. Asgari olanla yetiniriz. Küçük, ince hesaplarla, “ kötünün iyisini, “en iyi” varsayarak, at gözlüklerimizi takıp, bakarız hayata.

 

Sonra bir gün, rutin koşuşturmaların ardından gelen, gerçekten canımızı yakan bir gün; mesela ölüme çok yaklaştığımız ya da teğet geçtiğimiz bir gün; hayatın gerçek değerini ve kalan zamanın, bizim en değerli hazinemiz olduğunu farkederiz. Hayatımızın “ kırılma noktası” dır bu!

 

Hayatımızın kırılma noktasında; durup, soluklandığımız ve kendimize dışardan baktığımız bu noktada, kaybettiğimiz ışığı, kaybettiğimiz zamanı farkederiz. Aslında hayallerimizin bizi götürebileceği yerleri görürüz kendi ışığımızda. Kendimiz için en iyi olanı istemenin ve elde etmenin imkansız olmadığını da farkederiz bu arada. Korkularımızla yüzleşiriz!

 

Başaramamak, yalnız kalmak, beğenilmemek, takdir edilmemek... Bizi baskılayan büyük korkularımız yani...Peki ya bunları yaşamamak adına verdiğimiz ödünler neler hiç düşündünüz mü? Değer miydi?” Sorusu gelir akla önce. Aslında neyi haketmediğimizi de düşünürüz.

 

İçinizdeki ışığı neyin söndürdüğünü, aşkı ne zamandır kaybettiğinizi, içinizdeki müziği neyin yok ettiğini, ne zamandır içinizdeki duyguları söze dökemediğinizi, öfkeyi, sevgiyi, nefreti ya da utancı niye dile getiremediğinizi, içinizdeki çocuğun, ne zaman sessiz, suskun ve söz dinler olduğunu, kısacası yaşarken ya da yaşadığınızı sanırken, aslında ruhunuzun ne zamandır “ölü” olduğunu hesaplamaya başlarsınız. Sanki çok eski zamanlarda kalmıştır bunlar.

 

Hayatı çok uzun zamandır ıskalamış olduğunuzu farkedersiniz. İşte tam da bu noktada; “ hayatın kırılma noktası” nda, ortaya çıkan o rengarenk ışığı yeniden bulursunuz. Ve ışığınızın peşinden gidersiniz. Tabii kendinize yaptığınız haksızlığı farkedecek kadar akıllıysanız! Hadi durmayın, yapın, hayat o kadar da uzun değil!