Genellikle loştur o
evler. Parmak uçlarına basarak yürünür rafların arasında.
Yıl 1957, Uşak kentindeyiz. Yaşım dokuz. Canım gidiyor kitapçıdaki renkli masal, öykü kitaplarını gördükçe. Kemalettin Tuğcu’nun yeni kitabı çıkmış. Kitabı alamıyorum, ama adından üreyen düşler uykularımı acıklı sahnelerle bölüyor.
Yok, işte yok!.. 25 kuruşum olsa gidip alacağım. 25 kuruşa beş kalemtraş, iki defter alınıyor. Kitapları sevdiren babam umarsız. Ben yolda mızmızlanırken babam, birden duruyor, o yapıyı gösteriyor.
Ürkerek giriyorum tek katlı yapıya. Raflar kitaplarla dolu; hepsi benim oluyor.
Bir yıl sonra Denizli’deyiz.
Daha sağı solu öğrenmeden, kokusunu ne denli çabuk aldım, o tek katlı yapının.
Masal kitapları yetmiyor. Artık, öykü kitaplarındayım. Arada bir de renkli
resimlerle donatılmış bir ansiklopedi.
Kitapların yöneticisi genç kadın, masaya geliyor, eğilip fısıldıyor:
“Çok oku!” diyor, “Bir gün sen de yazarsın ve başka çocuklar okur.”
Akşam olmuş, gitmek gerek, ama bir sayfa daha, bir sayfa daha!
Yine geliyor ve fısıldıyor.
Neden fısıldıyor?
İçerde kimse kalmamış ki!
Kitaplardaki kahramanların uykularımı kaçar yüksek sesle konuşunca? Belki! “Bu kitabı sana veriyorum. Bir hafta sonra geri getirirsin” diyor.
Yıllar akıyor!
Cumhuriyet mimarisinin en güzel örneklerinden, çok daha büyük bir yapı; daha kalın kitaplar. Yabancı, yerli yazarlar, ciltler, ciltler!
Kitapların sahibi ve yöneticisi yine gülümseyen, yardım sever bir bayan! İlk siyasal bildirimi, ilk alan konuşmamı orada hazırlıyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.