Eğitim sistemleri, hizmet talep edilen, hizmet satın alınan bir alandır. Günümüzde birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de eğitim alanında “pasif tüketici vatandaş” tablosu oluşmuştur. Oysa eğitim bekleyen çocuğu olsun-olmasın vatandaşlar (tüketiciler) eğitim alanında çok daha belirleyici bir fonksiyon üstlenebilirler. Peki nasıl?


   Halk, bir çeşit “finansal eğitim destek sistemi” lehinde oy kullanacağını ilgili STK’lar ve basın yolu ile yani aracılar-sözcüler kullanarak deklare etmeli ve politikacılar –oy kaygısı ile- bu sistemi kurmalı/kurmaya mecbur kılınmalıdır? Eğitimci kökenden gelen her politikacı bahsi geçen sözcülüğe –tekrar ve bağımsız seçilme ödülünü de dikkate alarak- destek verebilmelidir. Yayın organları, gazeteler, sosyal medyada etkisi olan aktörler adeta bir kampanya ile bu konuyu gündeme taşımalıdır. Günümüzde bunu yapmak çok zor değil. Örneğin bu makalemi yayınlayan Akdeniz Gerçek gazetesi bir anlamda düğmeye basmış olarak kabul edilebilir! Peki halk öncelikle ne(ler) talep edilebilir? Söz gelimi yaşanmakta olan ağır ekonomik gündem dolayısı ile Hükümet (MEB + Maliye Bakanlığı) ebeveynlere, çocuklarının eğitimi için belirli bir miktarda, diyelim ki yıllık 10,000 TL harcama kuponu vermeli, kupon sadece eğitsel giderlerde (beslenme ve ulaşım dahil) harcanabilmelidir. Bu adımı atmaya davet edilen siyaset/bakanlıklar olumlu kararı aldığı takdirde ilginç bir ferahlama yaşanması çok olasıdır. Hemen ardından daha yenilikçi ve güzel sorular akla gelecektir. Örneğin tüm çocuklar aynı eğitimi almalı mıdır?; ebeveynlerin, çocuklarının eğitimi üzerinde “isterik” hakimiyeti olmalı mıdır? (ya da ne derece olmalıdır?). Kamu tarafından verilen bütçenin örneğin % 5’i çocuğun doğal becerileri, yetenek ve ilgi alanlarının tespit edilmesi için yeminli-profesyonel rehberlik (PDR) uzmanlarına aktarılarak çocuklar yeteneklerine uygun okullara gidecek şekilde kariyer planlaması yapılmalıdır? Bu aşama da aşıldıktan sonra yeni kuşağı iki ya da üç alternatifli meslek seçimi ve sınav girdabından hızla kurtarmak mümkün olacaktır. Bu durum sistemin ve öğretmenlerin ferahlamasına, okullardaki müfredatın çeşitlenmeye, renklenmeye başlamasına sebep olabilecektir.


Yukarıdaki düşünce ve önerilere aşağıda alıntılanan eğitim felsefecilerinin satırlarında dayanak bulabilmemiz mümkündür.  


Eğitim alanına karakteristik katkılar sağlamış olan J. J. Rousseau ve J. Dewey'in eğitim sistemimize can suyu olabilecek görüşleri kurduğumuz hayalin gerçekçi yönünü (kanımca) şöyle desteklemektedir.  “Eğitimde genel amaç, çocuklar arasındaki bireysel farklılıkları dikkate alma amacına dönüşmelidir”. Hiç kimse, doğal yeteneklere önem verme prensibini dikkate alırken doğal yeteneklerin farklı bireylerde farklı şekillerde ortaya çıktığı gerçeğini görmezden gelemez. Bu fark sadece doğal yeteneklerin yoğunluğuna değil, aynı zamanda ve daha çok bu gizil güçlerin (kabiliyet) niteliklerine karşılık gelir. J. J. Rousseau'nun dediği gibi: "Her birey ayırt edici bir yapıyla doğar”. Oysa ülkemiz pratiğinde Milli Eğitim sistemimizde farklı beceri ve eğilimleri olan çocuklara neredeyse fark gözetmeksizin aynı ders ve etkinlikleri yaptırıyoruz; bu eğitim onların özel beceri ve eğilimlerini ortadan kaldırarak, körelmiş bir “tek biçimlilik” (tek tipleşme) doğuruyor. Dolayısıyla, okullarda eğitim çabası diye onlara doğuştan verilmiş armağanların gelişmesini presliyor, kaybettikleri pırıltının yerine sınav hazırlık dönemleri kadar kısa ömürlü ve hayali bir zeka pırıltısı arıyoruz. İşin acı tarafı yok ettiğimiz doğal yetenekler artık geri de gelemiyor.