Millî Eğitim
Bakanlığı’nın ilköğretim müfredatında yaptığı dinsel temel değişiminin ne
anlama geldiğini anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Bu gidiş; “din devleti” kurmaya teşebbüstür. Anayasa
halen “laik” niteliğini koruduğundan, işlenen bir anayasa suçudur. Millî Eğitim
Bakanına haykırmak istiyoruz: Anayasayı İhlal suçunu işliyorsunuz!
Biliyorsunuz
TÜBİTAK bir kamu kuruluşudur. Bilimsel araştırmalar yapan ve yapanları teşvik
eden, destekleyen bir kamu kuruluşudur. Bu kuruluş AKP iktidarı tarafından ele
geçirilmeden önce, gerçek bilimsel kitaplar yayınlıyordu. Bunlardan birisi de
BİLİM VE İKTİDAR adını taşıyan bir derlemedir.
Burada
Yazarlar Federico Mayor ve Augusto Forti, iktidar ve bilim arasındaki
bağlantıyı araştırmışlardır. Bu kitap; modern bilimin doğuşu ve onun iktidarla
ilişkisi üzerine yapılan bir araştırma-inceleme özetidir.
Dünyamızın
son dört yüz yılının bilim ile dinsel temelli iktidarların mücadelesi tarihi
olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Bilimi dinin baskısından kurtarmak için
insanlık yüz yıllarca süren bir savaş vermiştir.
Bu
savaşın en önemli isimlerinden biri olan “Galileo aynı zamanda insanın yaratıcılık
ve imgelem (hayal) gücüne sahip olduğunu da savunuyordu. Dünyada bilinebilecek
ve keşfedilecek her şeyi zaten biliyor olduğumuzu iddia etmeye kim cesaret
edebilirdi ki? Bilim, Kitab-ı Mukaddes yorumlarına değil, Kitab-ı Mukaddes
yorumları bilimin ortaya koyduğu sonuçlara –araştırmaların, deneylerin ve
tanıtlamaların sonucuna- uyum sağlamak zorundaydı. Galileo’nun savunduğu
devrimci görüş buydu ve sadece bu nedenle bile kendi ortamı ve esini bakımından
benzersiz olan modern bilimin doğuşunu Galileo’ya borçlu olduğumuzu
söyleyebiliriz.”(1)
“Copernicus
ve Galileo’nun devrimci düşünceleri yalnızca bilim ve din arasında acımasız
kapışmaların doğmasına neden olmakla kalmayıp, aynı zamanda Katolik
Kilisesi’nin kendi içinde çatışmalar çıkmasına yol açtı. O dönemde Katolik
Kilisesinin muhafazakâr ve gerici kanadını temsil eden Dominikenler ile kültür
ve bilime daha açık olan Cizvitler arasında şiddetli bir mücadele başladı…”(2)
“Ama
Galileo’nun ‘Dialogo dei massimi sistemi’ (İki Dünya Sistemi Üzerine Diyalog)
başlıklı eserinin yayımlanışı; Galileo’nun Engizisyon tarafından yargılanmasını
ve mahkûm edilmesini kaçınılmaz kıldı. Böylece dünyanın en büyük zekâlılarından
biri artık hemen hemen kör ve ciddi bir şekilde hastalanan bir dehâ, Kutsal Engizisyon
’un tutsağı olarak 8 Ocak 1642’de hayata veda etti. Galileo ölmüştü, ama
karanlıklar içindeki bir dönemden sonra bilim en sonunda Kilise‘ye karşı
giriştiği düşünce özgürlüğü savaşından galip çıktı.”(3)
“On
altıncı yüzyılın ikinci yarısında Avrupa,…bilimsel düşüncenin ilerlemesine
katkısı bulunan başka bir özgür ruha ev sahipliği yaptı. Görecelik ve Sonsuzluk
kavramlarını Giordano Bruno’ya (1548-1600) borçluyuz. Bruno, evrenin
üzerlerinde hayat bulunan sayısız gezegen sistemleriyle dolu ve sonsuz olduğuna
inanıyordu. Ayrıca, Bruno mutlak hakikatin var olmadığını ve bir kimsenin
dünyaya ilişkin algısının zaman ve uzam içerisinde işgal ettiği yere bağımlı olduğunu
iddia ediyordu.
Bunlar
modern bir bilim adamının kavramakta zorlanmayacağı, ama Bruno’yu Kilise’yle
çatışmaya sürükleyecek iki yeni anlayıştı.
Bruno
1591 yılında Engizisyon tarafından hapse atıldı, yargılandı ve 1600 yılında
yakılarak idam edildi.”(4)
Şöyle
diyordu Bruno:
“Ne
gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten
korkarım. Karanlık ve aydınlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa
her yerde katıldım; bundan dolayı her yerde nefretle karşılaştım ve cehaletin
babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı ve aptal çoğunluğun
öfkesine hedef olarak yaşadım.”
Özgür bir ruh, hoşgörüsüzlükle karşılaştığında bu duyguları bugün bile
paylaşır.”(5)
İnsanlık,
bilim ve akıl yüz yıllar süren din adına katliamlardan, diri diri
yakılmalardan, Nesimi gibi derisi yüzülerek öldürülmelerden sonra bugünkü uygar
dünyanın düşünce özgürlüğüne ulaşmıştır. Bu nedenle; “…bilim ve dinsel dogma
arasındaki çatışmanın bu dönemde nihayet çözüme kavuşturulduğunu
söyleyebiliriz. Bilim nihayet tüm bağlarından kurtulmuş, dünyevi ve dinsel
iktidarlardan bağımsızlaşmıştı. Aynı zamanda modern bilimin doğuşuyla birlikte
modern düşünce açısından da yeni bir çağ başlamış oldu.
Düşünce
özgürlüğü için girişilen savaş kazanılmış olmadı elbette. Gelecekte otoriter
rejimler kendi ideolojilerine direnen bilim adamları arasından kendilerine
çeşitli kurbanlar seçecekti. Ama bilimin yoluna dikilen dinsel inancın gücü,
engelleyici potansiyelini asla tekrar geri kazanamayacak şekilde bozguna
uğratılmıştı.”(6)
İşte
Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkemizde yaptığı aynen budur.
Türkiye
Cumhuriyeti bilim ve akla dayalı bir uygarlık projesi olarak yaratılmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti dinsel dogmanın saltanat sürdüğü bir cemaatler, şeyhler, Şıhlar
Cumhuriyeti olarak değil; temeli bilim ve akla dayalı bir devlet olarak
doğmuştur.
Bugün,
Millî Eğitim Bakanlığının müfredat programında yaptığı değişiklikler, pozitif
bilimlerin okutulduğu - Fizik, Matematik, Felsefe, Kimya, Biyoloji bölümlerinin-
onlarca Üniversitede YÖK tarafından kapatılması, felsefenin, Roma Hukukunun
devre dışı bırakılması, Cihat öğretimi ve dinsel ögelerin ilkokullara sokulması
bilim ve din arasında yüzlerce yıl sürmüş savaşın yeniden Türkiye’de gündeme
getirilmesidir.
Bu
girişim nehirleri tersine akıtmak kadar akıl dışı, çağ dışı bir anlayış olduğu
gibi Anayasaya kesin olarak aykırıdır.
(1)(2)(3)(4)(5):
Bilim ve iktidar-Tübitak Yayını
13.basım 2008 Sayfa:23-37