Gerek yaşanılan günlük çevrede, gerekse de sanal ortamlarda ya da herkesin kesesine, kültürüne, sosyal konumuna göre gittiği yerlerde insanlara bakıyorum. Ve baka kalıyorum.

--Diyeceksiniz ki, "kardeşim sen işine baksana, el alemden sana ne?" Vallahi doğru söylüyorsunuz.

--Şimdi bu tümceyi, yazınca aklıma bir Temel fıkrası geldi. Tam da buraya "cuk" diye oturuyor.

--"Küçük Temel Cami duvarının üstüne oturmuş, torbasına doldurduğu taze can eriğini, ballandıra ballandırahapır hupur yiyordu. Camiye giden yaşlı bir adam onu görür ve "Oğlum çok yeme, ekşi erik dokunur" der.

--Küçük Temel umursamaz havalarda yaşlı adama "Benim dedem var ya, 115 yıl yaşadı" der.

--Meraklanan adam da: "Deden çok mu erik yerdi" diye sorar.

--"Yok amca, kimsenin işine karışmazdı.."

--Şimdi benim yazacaklarım da biraz yaşlı adam modunda ama idare edin artık.

--Konuşmalara bakıyorum, tv yorumcularının yorumu, köşe yazarlarının notları, internet ortamlarının sayfalarının paylaşımları, say say bitmiyor. Her gün de yenileri çıkıyor.

--Tabi herkes söylediğinin kendisi dışında söylenmediğini, yazılmadığını, okunmadığını düşündüğü için, "laedri"(yazanı/söyleyeni bilinmiyor) nasıl olsa modunda savurup gidiyor

--Ortaokul, lise çağlarında okulun duvar gazetesini çıkardığımdan, okur yazar olduğumu düşünen bir arkadaşım benden bir kıza "aşk mektubu" yazmamı istemişti.

--Ben de, bütün edebiyat metinlerini renkli kağıt sayfalarına döktürmüştüm. Bir gün sonra, bizim sınıftan bir kız arkadaşım elinde benim yazdığım mektup ile gelip, "bari kendine yazıp verseydin" demez mi. Meğersınıf başkanlığı da yaptığımdan kara tahtaya yazdıklarımdan ve duvar gazetesindeki el yazdığımdan, benim yazımı tanıyormuş.

--İnsaf ya, meğer dünya ne kadar da küçükmüş. Ben de, benden daha akıllı ve uyanıkların da olabileceğini ortaokul yıllarında öğrenmiştim. Facebook ve sanal ortamlarda benzer hikayeleri görünce bir gülüyorum, bir gülüyorum ki sormayın gitsin.

--Ben yazan ve paylaşanlara bir şey demiyorum. Ama bunu yiyenlere nerem ile güleceğimi şaşırıp kalıyorum.

--Geçenlerde Ankara'da önemli görevler yapan birisi ile bir şekilde, bir yerde tesadüfen karşılaşmıştık.Tesadüf bu ya, benim de duyduğum, bir arkadaşım aracılığı ile bildiğim birisi için öyle methiyeler düzüyordu ki, inanamadım.

--Okumuşu, gün görmüşü, hatta feleğin çemberinden geçmişi bütün bunları böyle "yiyor ise" masum ahali ne yapsın dedim.

--Bu günlük sosyal yaşamda, peki aynı şeyler siyasi yaşamda da sürüyor. Bankaların simitçilere ortak olanlarından tutunda, otoyolların, köprülerin deli dumrul geçmeyiş ücreti ödemlerini markette arkadaşına anlatan kapıcıyı görünce küçük dilimi yutacaktım. Tabi, kelli felli adamları da görünce, dinleyince "vah güzel ülkem vah" demekten de kendimi alamıyorum.

--Ya iyi de biz dönem dönem hep "kes", "kopyala" , "yapıştır" hayatlar mı yaşamak zorundayız.

--Bizim olmayan, bize neye yaradığını bilmediğimiz olaylar ve adamların öyküleri ile.

--Winston Churchil'in dediği gibi gerçekten "her millet layık olduğu şekilde ile mi yönetiliyor.".

--Ya da, biz hak etmediğimiz hayatları, hak etmediğimiz kişilerin seçimleri sayesinde mi yaşamak zorunda kalıyoruz.

--Ne garip bir dünya. Orhan Velinin PİRELİ şiiri gibi:

"Bu ne acaip bilmece/ Ne gündüz biter, ne gece.

Kime söyleriz derdimizi/ Ne hekim anlar, ne hoca."

......... SAHİDEN YA

"Bu düzen böyle mi gidecek?/ Pireler filleri (ne zaman) yutacak;

Yedi nüfuslu haneye/ Üç buçuk tayın (ne zaman) yetecek?"

--Anlamadım gitti. Sanal sandığımız yaşamlar, gerçek olmuş da haberimiz yok.

--Birbirimizi "çimdiklesek mi", ne dersiniz?