Ne zaman bir ölüm haberi duysam, içim burkulur, yanar, kırılırım. Boynu bükülen insanları, akşam ısınmayan yürekleri düşünürüm.
Hele hele genç ise de, yanan, yakılan yürekleri görürüm kan revan içinde, kendi kendine kanayan.
O yıllar Korkuteli de Lise yoktu. Orta Okulu bitirenler doğruca Antalya'da ya Liseye, ya da Ticaret Lisesi, Endüstri Meslek Lisesi gibi Meslek Okullarına giderdi.
Ali Leylek ile tanışmamızda, o dönemlere denk gelir. Ailem Eski Antalya Yolu üstünde Hacı Amca'nın evini kiralamıştı bize.
Okula giderken de, Ali Abilerin evinin önünden geçerdik. Pek anımsamadığım ilişkilerimiz olmuştu ama, asıl Ankarada, O DTCF, be Hacettep'de okurken daha samimi olduk.
Büyük Köy'den akraban Mustafa Korkut, ben Ankara'da bir Üniversite kazanınca, hemen ikimize gıyabımda bir ev kiralamıştı.
Mustafa'nın Ankara'da bayağı geniş bir çevresi olmuştu. O yıllar çevre demek, ideolojisini savunduğun "siyasetin", arkadaş grubu ve Mülkiyeliler Birliği Lokali demekti.
Yine o zamanlar, hem öğrencilik hem de profesyonel Devrimcilik yapan abiler, ablalar vardı. Ali Leylek de bu abilerdendi.
Antalya, Korkutelili olunca da ara sıra bizim eve gider ve kalırdık.
Ev genişti, oda ve yatak sorunu yoktu, o yüzden de Serikten Hüseyin Hocam gibi, Alanyadan, Fethiyeden bir çok ağabey ve ablalar misafirimiz olurdu.
Yıl 1977, benim gibi Ali Ağabeyde Ankara'dan gitmişti, 1 Mayıs İşçi Bayramı Kutlamaları için istanbul'a.
Gece bindiğimiz otobüslerden sabah Asya yakasında inmiştik. Antalya dahil yurdun her yerinden akın akın otobüsler geliyordu.
Şimdi, Antalya'da ticaret ile uğraşan Hacettepeden bir arkadaşım da bizim üniversitenin sorumlularındandı. Ondan izin alıp, Antalyadan gelen otobüsleri aramaya başladım.
Derken Ali Leylek, "Abi" olduğundan benden önce Antalya'dan gelen grubu bulmuş ve beni de görünce;
"dur sen bir yere gitme, bizim ANT-GÖR grubu ile yürü" dedi.
--Ben hemen bir koşu gidip, Üniversiteden sorumlu arkadaşlarıma Antalyadan gelenler ile olacağımı haber edip döndüm.
Kuşluk vakti başladık yürümeye. Öğleye doğru Taksim Meydanı'nın arkasında bir alanda, tören için beklemeye başladık.
Öğle vakti olmuş, simit ile durum idare ediliyordu ama, gece yolculuğundan sonra herkes yorulmuştu.
Ali Leylek, bana "gel bu ANT-GÖR Flamasının ortasındaki direği de sen taşı ve arkadaşları yönlendir" demişti. Aynı yıl, acı bir şekilde kaybettiğimiz Mehmet Kurnaz da Antalyadan gelenlerin sorumlularındandı. O da "Arkadaşlar daha çok genç, kaybolmasınlar, sen İstanbul'u bilirsin" deyince kırmızı flama ile meydana girmiştik.
Tam Kazancı Yokuşu'nun hizasına gelince, olanlar olmuştu. Flama kalabalıktan üsütümüzü örtmüş, kalabalık biri birini sıkıştırıyordu.
Gerisini herkes biliyor. Ve akşam yine otobüsler ile dönecektik. Ben Hacettepe , Ankara ve Antalya'dan gelenleri olabildiğince toplayıp vapur ile karşıya geçirdikten sonra, diğer sorumlu arkadaşlar ile birlikte en son vapur ile toplanma yerine gittim. 
Orda da Mustafa Korkut, Ali Leylek ile buluşup bizim eve gitmiş ve sabaha kadar da yattığımız somyalarda gözümüze uyku girmemişti. Konuşmalar, konuşmalar, küfürler say say bitmez.
İlk Mehmet Kurnaz'ı acı bir şekilde, sonra Konyaltında Petrol Ofisi Tesislerinden, şehir merkezine gelen bir dolmuşun dikkatsizliği ile Mustafa Korkut'u kaybetmiş, sonsuzluğa uğurlamıştık.
Ve şimdi de, sen Ali Abi.
Bazen, insanlar ölümden söz ederken, o kadar sıradan ve sakin söz ederler ki, benim için yanar.
Kaybedilen bir Anne-Baba ise, hep Atilla İlhan'ın o dizleri- sözleri gelir aklıma:
"İnsan annesi ölünce anlar içindeki çocuğun hiç ölmeyeceğini./ Aklına geldikçe kahrolur,/ bunu anlamakta neden bu kadar geciktiğini"
Kaybettiğim bir tanıdık ise, hep aklıma Yusuf Hayaloğlu'nun o
dizeleri gelir:
"AH ULAN RIZA
Vay be Rıza, 
Sonunda sende gittin azrailin peşine,
Dün boşuna günahını almışım,
Ne olur kızma bu kardeşine.
Öğlen kahvede söylediler, 
Rıza öldü dediler,
Ne kolay söylediler,
Sanki dev bir taş ocağını,
Kökünden dinamitleyip,
Üstüme devirdiler.
Ah dostum, o kocaman gövdene
O beyaz kefeni nasıl kıyıp giydirdiler,
O zalim tabutun tahtalarını,
Senin üstüne nasıl böyle çivilediler. 
Yani sen şimdi gittin, yani yoksun,yani
Bir daha olmayacak mısın" dizelerini anımsarım.
Üzülür, içim burkulur ve
Bazen, yaşamı sorgularım olanlara bakıp bakıp. 
Sonra da Vedat Türkali'nin o dizeleri gelir aklıma:
"...Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuz Beş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi ...." der, isyan ederim.
Ve sonunda sen de gitti be Ali Abi. Toprağın bol, yıldızlar yoldaşın olsun. Mehmet'e, Mustafa'ya ve tüm yoldaşlara bin selam söyle.
Bilirim gizliden gizliye gülümseyip, Bedri Rahmi'nin dediği gibi:
"Biz dünyadan gider olduk/ Kalanlara selam olsun
Ama hep böyle gidecekse bu dünya/ Kalanlara haram olsun." demiyosundur. Bilirim.