Evrende olan her şey, bir ses verir. İster dolu teneke gibi tok tok, ahenkli sesler çıkartır, ister boş teneke gibi bam-güm-bom gibi ortalığı yakar, yıkar geçirir.

 

    Son zamanlarda kişilerden tutun da, topluma, kendini bilim insanı, akademisyen sananlardan tutun da, en etkin-yetki gazeteci, sosyal bilimci, yönetim bilimcisine, idarecisinden yöneticisine kadar, ne sayarsanız sayın hep bir eksik olur ama ne ortalığa, televizyonlara, tartışmalara, bir bakın gavaracı bir toplum olduğumuzu görürsünüz.

 

    Burada çok sık kullanılmayan "gavaracı" sözcüğünü özellikle, bilinçli olarak kullandım.

    Gavaracı sözcüğü, sözlükte "boş sözlerle herkesten üstün gelmek için çalışan, gürültücü, yalancı kimse" demektir.

 

    Söz konusu gavaracılık, sadece toplumun bir kesiminde olsa canım yanmaz. Evde, aile bireylerine, mahallede konu-komşuya, partide seçmene, yönetimde halka gavara yapılıyor, gavaracılık yapılıyor.

 

    Yazılı kayıtlara göre çoğunlukla Churchill ya da Hegel'in söylediği: "HER TOPLUM, LAYIK OLDUĞU ŞEKİLDE YÖNETİLİR” sözü, burada çok anlamlıdır. "Layık oldu" ya da "hak ettiği" sözcüğü fark etmez.

 

    Demek ki, aileler, toplumlar, milletler, ülkeler dolayısı ile dünya, "hak ettiği" şekilde yönetiliyor. Anlayacağınız, "hak ettiğimiz gibi yönetiliyoruz". Ama ben bunu kabul edemem ki!

 

    Aslında olaylar olurken, konuşulurken hiç kimse de itiraz, şikayet etmiyor. Ne zaman sonuçlar ortaya çıkmaya başladı, başlıyor teker teker, ya da toplu mırıldanmalar, ağlamalar, sızlamalar, bağrış, çığrış falan filan. Ama neden?

 

    Bu bizim tarihimizde Osmanlıdan bize miras. Nereden mi çıktı?

 

    Osmanlı Devletinde 18. yüzyılda başlayan bir "kaht-ı Rical" dönemi vardır. Üzgünümlü bu süreç, Cumhuriyet'e kadar sürer.

 

    Kaht, kıtlık-kuraklık, rical ise, yüksel makam, mevkilerdeki devlet adamları demektir. Kaht-ı Rical ise, "devlet adamı kıtlığı", yetişmiş yönetici yokluğu, kıtlığı demektir.

 

    Tarih Profesörü Vahdettin Engin, “II. Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yayınları, 2005) adlı yapıtında, Abdülhamid’in "kaht-ı rical" konusunda bir anısını böyle anlatır.

 

    Japon İmparatoru, İslamiyet’in içeriğini, iman ilkelerini, amacını, felsefesini, ibadet kurallarını anlatacak bilgi düzeyinde bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini, Sultan Abdülhamit’ten rica eder.

 

    O yapıtta, Abdülhamid'in yakın çevresine, bunları söylediğini yazar:

 

    “Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri, kendi ülkemiz de olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel, kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim."

 

    Ayrıca, başka kaynaklarda da, II. Abdülhamid'in kızı, babası ile anılarını anlattığı yapıtında, Babasının:

    "Bu milletin uğradığı en büyük sıkıntı kaht-ı rical meselesidir" dediğini "o koca Sultan, sadrazam tayin etmek istemiş, fakat devlet adamı sıfatını taşıyan bir kimseyi bulamamanın sıkıntısı ile ‘ah kaht-ı rical!" diyerek üzüntülerini belirttiğini yazar. Sözün bittiği yer!

 

    Cumhuriyet dönemi yönetici ve aydınları bunun farkında olduklarından, bir yandan Ulusal Kurtuluş Savaşı verirken, bir yandan da çağdaş bir devlet, Cumhuriyet ve yönetim kurmak için gece gündüz çalışmışlardır.

 

    Bugün bir yandan ah o "Köy Enstitüleri" derken, COVID-19 süreci ile birlikte heba edilen HIFSISIHHA'nın, ne muhteşem bir yapı ve organizasyon olduğu ortaya çıkmıştır.

    Ne diyeyim ki. Eskilerin sözü ile "Davacısı kadı olanın, yardımcısı Allah olsun". Sosyal Devleti "tu kaka" edip, yerine Liberal Devleti namazlar, niyazlar eşliğinde davet ettik, getirttik.

 

    Bu daha iyi günler.

 

Ülkelerine yıllarca hizmet etmiş, canlarını feda etmekten gözlerini kırpmamış, yüzü aşkın Emekli Büyükelçi, Emekli Amiral feryat, figan ederek, bağırlarını yırtarken, herkes, "ya bu devlete yıllarını vermiş, canlarını siper etmiş adamlar ne diyor" demek yerine, habire salvo saldırılar ile tu kaka yapma, yıpratma derdine düşmüşler.

 

    Acaba diyorum, Osmanlı'da Kaht-ı Rical denilen dönem, Cumhuriyetin bu döneminde de, "Kifayetsiz Muhterisler" olarak mı dönmüş? Kifayet, yeterli miktarda olma, yetme, kâfi gelme, bir işi yapabilecek yetenekte olma, yeterlik, liyakat. Muhteris ise çok arzulu, hırslı, kanaat etmeyen kişi olarak tanımlanır TDK sözlüğünde.

 

    "Kifayetsiz Muhteris" ise, bir işi yapabilmek için gerekli bilgi ve yeterliliğe sahip olmadığı halde, o işi yapabilmek için her şeyi yapabilecek kişidir.

 

    Peki, bu kifayetsiz muhterislerin bilimsel olarak özellikleri nelerdir?

 

    "Dunning-Kruger Etkisi" denilen, durumlardaki kişi özellikleri ise, şöyle tanımlanır. Niteliksiz insanlardır:

 

    Ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler

 

    Niteliklerini abartma eğilimindedirler.

 

    Nitelikli insanların niteliklerini görüp, anlamaktan yoksundurlar.

 

    İşte zurnanın zırt dediği olay ise, böyle başlar:

 

    Nitelikleri belli bir eğitimle artırılır ise, bu niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

 

    Öff ülen öf. Yıllardır Kamu Yöneticiliği yapmış; siyasetin de çemberine almadığı birisi olarak benim de işim zor, sizin de.

 

    Tanrım hepimize kolaylık versin.