Bütün bunlar bir rastlantı değil. Hatta her şey bir plan ve proje sonucunda oluyor. Bunu yapan da kapitalist sistem ve organları.


    Ve hiç de adamları suçlamıyorum. Biz bu kadar saf-salak-abuk-subuk iken, adamlar, akıllarını kullanıyor ise niçin karşıyı suçlayalım ki. Bu bizim ne işimize yarar ki?


    O zaman, herkesin oturup, şapkasını önüne koyup, düşünmesinin vakti çoktan geçti de, "zararın neresinden dönülürse, o kârdır".


    Artık şunu anlayalım. Bu toprakları biz "yar etmeme" konusunda karar vermiş çok kişi varmış. Bunu gördük.


    Ha bunun içinde bu ülkede var olan herkesi de kucaklarına alıp, akıllarını da erdirdiklerini de gördük. Ellerine, kendileri için yaracak bütün argümanları da aldıklarını biliyor, görüyoruz.


    O zaman bir avuç ya da bir o kadar daha, her ne kadar ise, bu ülkeyi, bu toprakları gerçekten seven, bu topraklar için canlarını, gecelerini gündüzlerini, ömürlerini vermiş kişilerin yüzü suyu hürmetine oturup bir düşünmeliyiz artık.


    Ne yapıyoruz, sonuç ne.


    Yok darbe, yok muhtıra, yok uyarı. Sonuç. Başkalarını bilemem ama hepsinde da kazık yiyen tarafta oldum-olmuşum.


    Darbe, şiddeti de içerebilecek biçimde kuvvet uygulayarak ordu ya da ordu destekçisi gruplar marifetiyle hükümeti yıkmak ve hükümetin değişmesini sağlamak. Örnekleri: 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980 askeri müdahaleler, darbeler.


    Muhtıra ise, "uyarı", "uyarı yazıs" anlamına gelir. Görünen, bilinen ise, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırasıdır.


    Bir de son 30 yıldır "Postmodern darbe" bilir olduk. Bu ise, ordunun hükümete yönelik muhtıra niteliğindeki açıklamalarıdır. 28 Şubat 1997'de gördüğümüz gibi.


    Çok öncelerine gitmeyelim de, herkesin bildiği, hafızasında olanlara bir göz atalım:


    12 Eylül 1980 Darbesi,


    28 Şubat 1997 (Postmodern darbe),


    27 Nisan 2007 e-muhtırası,


    15 Temmuz 2016 Başarısız İşgal Girişimi,


    7 Şubat 2012 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırması operasyonuyla başlayan süreç 17-25 Aralık operasyonlarına kadar varmış ve 1-19 0cak 2014 tarihlerinde MİT tırları operasyonlarıyla sürüp gider.


    Dönemin Genelkurmay Başkanı sayın Yaşar Büyükanıt'ın yıllar sonra "Ben yazdım" dediği bildiri dönemin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün adaylığı laiklik üzerinden eleştirildi.


    Ancak, Ak Parti hükümeti bu bildiriye yanıt verdi ve peşinden de o ünlü "Dolmabahçe görüşmesi" gerçekleşti.


    22 Temmuz 2011'de erken seçime gidildi.


    AK Parti oylarını yüzde 34’den % 47'ye çıkardı.


    Sonrası, sonrası artık tiyatro herkesin gözü önünde oynanıyor.


    Artık Ülkede yaşanılanların, tüm dünya bile farkında.


    Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde 2020'de 180 ülke arasında 154'üncü sırada. Raporda, Türkiye'de internet üzerinden sansürün arttığı vurgulanıyor.


    Hayat pahalılığı, asgari ücret, işsizlik, açlık, sefalet, kadın cinayetleri, tecavüz, taciz falan filan bunlara girmeye bile gerek yok.


    Artık, herkes "sinekten yağ çıkarmayı" bir kenara bıraksa, CHP'de dahil, demokrasi ve özgürlükler bağlamında insanca yaşam koşullarını bu ülke yurttaşlarına sağlamak için aklını başına toplasa ne iyi olur.


    Yeni moda bir süreç başladı. Özellikle 2019 yerel seçimlerden sonra, özellikle muhalefet yerel yönetimleri aracılığı ile bir "projeli siyaset" üretme modeli ortaya çıktı.


    Her belediyenin maddi olanakları ile bir proje hazırlanıyor ve "aklına proje" gelen ortaya saçıyor.


    Elde beş benzemez kağıt ile ne kadar oyun oynanır ise, bu önüne gelenin aklına estiği gibi davrandığı, proje yaptığı bir süreç ile;


    Halkın o kadar sıkıntı ve sorununa karşın, Ak Parti ve Cumhur İttifakı elindeki olanaklarla yine de yepyeni bir süreç yönetecektir. Herkes aklını başına alsa iyi olur. Bu kadar dağınıklık ve her kafadan bir ses ile görünen başka ama, taşınan su halkın, emekçinin, yoksulun, işsizin değirmenine değil,


    İktidarın değirmeninedir.


    Bu kez "Deja Vü" değil. Bunu, bilenler, bilmeyenlere söylese iyi olur.