Hülya Koçyiğit’in Anneannesinin Hayatı Müthiş Bir Melodram Olabilir

Türkan Şoray’ın oynamayı kabul etmediği 'Susuz Yaz'la (yönetmen: Metin Erksan) 1964’te bir anda dünya çapında tanınan Hülya Koçyiğit’in anneannesinin hayatı gerçekten müthiş bir melodram filmi olabilecek ayrıntılarla dolu.

Hülya Koçyiğit’in anneannesi Müjgan Hanımın gerçekten çok sarsıcı bir yaşam öyküsü var…

Hülya Koçyiğit anneannesini Dünya Gazetesi’nden Feyzan Ersinan Top’un 'Hülya Koçyiğit: Film Gibi Yaşadım' kitabında özetle şöyle anlatmıştı:

Hülya Koçyiğit: 'Anneannem filozof bir kadındı ve çok büyük acılardan geçmiş biriydi. İnşallah bir gün anneannemin yaşadığı bu çileyi film yapacağım. En büyük dileğim bu.'

Soru: 'Nasıl acılar bunlar?'

Hülya Koçyiğit: 'Anneannem küçük (bebek) yaşta ailesince terk ediliyor. Daha bir buçuk yaşındayken… (O dönemde) Ablası da üç yaşında. Her ikisi de daha bebek olduklarından anneleri nerede anlamıyorlar.(…) Günler geçiyor iki küçük çocuk köydeki evde aç susuz yaşıyor. O sırada anneannemin ablası belki hastalanıyor belki aç kalıyor ve ölüyor. Tabii anneannem bir buçuk yaşında olduğundan ablasının öldüğünü anlamıyor. Onu bebek gibi yedirmeye çalışıyor, çekiştiriyor, oyun oynuyor onunla. Nihayet köylüler bir gün kapıyı kırıp anneannemi ve ölmüş ablasını buluyorlar. Ablasını toprağa veriyor, anneannemi de evlâtlık veriyorlar. Bir süre sonra anneannem onu evlât edinen memur aileyle birlikte yaşadığı köyden İstanbul’a geliyor (…)

Anneannem 17 yaşına geldiğinde İstanbul’da bir köşkten 'Kızınıza talibiz' diye onu istiyorlar. Görücü usulüyle anneanneme talip oluyorlar; ama talip olan adam zaten evli. Köşke anneannemi kuma olarak istiyorlar. Anneannemi evlât edinip büyüten aile anneannemi kuma olsun diye köşke yolluyor. Köşkün zengin sahibi anneannemi hamile bırakıyor ve bir çocukları dünyaya geliyor. Meğer evin hanımının çocuğu olmuyormuş. Anneannemi de evin beyine çocuk doğursun diye kuma olarak köşke almışlar. Çocuk dünyaya geldikten sonra çocuğa el koyup anneannemi sokağa atıyor ve “Çocuk senin değil, bizim. Artık seni de tanımıyoruz!” diyorlar. Anneannem günlerce köşkün önünde yatıp kalkıyor. Köşkte yaşayan aile Jandarmaya haber verip anneannemi evinden önünden attırıyor. Akıl sağlığı bozuktur iddiasıyla da bir süre de hastahaneye yatırıyorlar. Anneannem on beş yaşında sokakta kalıyor ve bir eve çalışmaya giriyor. Bu evin temizlik işini yaptığı bir gün, yeni çalıştığı konağın çok kadınlı bir ailede büyüyen çok çapkın beyi de anneanneme sahip oluyor. Anneannem bu adama (sonradan dedem olacak adama) “Benimle evlenmek zorundasın” diyor. Önceden başına gelen olayları da bu adama anlatıyor ve bu kez adam hem bekâr, hem insaflı çıkıyor ve anneannemle evlenmeyi kabul ediyor…

Dedemin hayatında kadınlar, kızlar, alemler hep olmuş. Gözü daima dışarıdaki kadınlardaymış. Anneannem resmi nikâhlı eşiydi dedemin ama dediğim gibi anneannemin kocası yoktu. Çünkü deyim yerindeyse dedem evin yolunu bilmezdi. Dedem anneme gelip, birlikte olduğu, anneannemi aldattığı kadınların fotoğraflarını küçük kızına göstererek “Nasılsın Melek? Bak bu fotoğraftaki ablayı beğendin mi? Annen olsun mu bu abla?” dermiş…

Dedem gerçek adı Zerbap olan anneanneme adını değiştirerek Müjgan adını da vermiş.

Annem bilmediği bir yerlerde yaşayan bir kardeşi olduğunu biliyordu; ancak onu hiçbir zaman bulamadı / bulamadık, hiçbir zaman bir araya gelemedik teyzemle.”

Halit Refiğ’in Adnan Menderes Filmi Tasarısı


1994 yılında film yıldızı – oyuncu Hülya Koçyigit, yönetmen Halit Refiğ’e, 22 Mayıs 1950’de Başbakan olan, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında Yassıada’da yargılanan ve 17 Eylül 1961’de idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in (1899 doğumlu) eşi Berin Menderes’i (Nisan 1994’te vefat etmişti) beyazperdede canlandırmak istediğini söyleyerek kendisine bir senaryo sipariş etti.

Berin Menderes aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’e İzmir’de suikast yapılacağı iddiası üzerine yapılan tutuklama ve yargılamalardan sonra 26 Ağustos 1926’da idam edilen Doktor Nazım Beyin yeğeniydi… Berin Menderes ile Emel Zorlu’nun (Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun eşi ) anneleri kardeşti. Emel Zorlu’nun babası olan Tevfik Rüştü Aras ise 1923 – 1939 arasında Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün Dışişleri Bakanı’ydı.

1994 yılında Hülya Koçyiğit’in Berin Menderes’i canlandıracağı filmin yapımcılığını Hülya Koçyiğit’in kocası Selim Soydan üstlenecekti. Halit Refiğ’in aldığı bu sipariş üzerine yazdığı “Şeytan Aldatması” adlı senaryo 2009 yılında Alfa Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. ”Şeytan Aldatması”, Gülşah Film gereken parayı bir araya getiremeyince, ne yazık ki, filmleştirilemedi.


Hülya Koçyiğit’e Göre Adnan Menderes

Hülya Koçyiğit “Adnan Bey toprak ağası kökenliydi. Büyük şehirde eğitim görmüş ve topraklarını topraksız köylüleriyle paylaşmak istemiş bir insandı. Köylülerin fakirlikten kurtulmasını ve ülkenin kalkınmasını kendisine hedef seçmişti. Adnan Menderes, siyasete girmesi için Mustafa Kemal Atatürk’ten davet almıştı,” diyor.

“Başvekil” Adlı Sinema Filmi Projesi de Ne Yazık ki Gerçekleştirilemedi
Yassıada’da Adnan Menderes’in savunmasını yapan avukatlardan biri olan Talat Asal’ın yazdığı “Güneş Batmadı: Müvekkilim Adnan Menderes ve Yassıada” (Selis Kitaplar Yayınevi; 2003 Yayını) ve “Yassıada: Don Davası, Cımbız Davası, Köpek Davası” (Doğan Kitapçılık, 2009 Yayını) gibi anı, belge, tutanak kitaplarının “Başvekil” adıyla yönetmen Tunç Başaran tarafından 2005 yılında beyazperdeye aktarılması da yine finans sorunlarından dolayı gerçekleştirilememiştir. Bu projede, Adnan Menderes’ten hamile kalan, Adnan Menderes’in sevgilisi opera sanatçısı Ayhan Aydan’ı Hülya Avşar’ın canlandırması plânlanıyordu.

Soprano Ayhan Aydan (1924 – 2009) Adnan Menderes’i Anlatıyor:
“Adnan Menderes’i 1951’de tanıdım. Kendisini çok sevdim. Bütün emelim O’ndan bir çocuk yapmaktı. Maalesef bunda muvaffak olamadım. Bebek ölü doğdu.”

“Ali Adnan – Başvekil” Belgeseli

Yönetmenliğini Yaşar Taşkın Koç’un üstlendiği ve TRT tarafından yayınlanan 9 bölümlük “Ali Adnan – Başvekil” adlı belgesel de Başbakan Ali Adnan Ertekin Menderes’in yaşamını ve 27 Mayıs 1960 darbesini tüm gerçekliğiyle ekrana getirmiştir. “Ali Adnan – Başvekil”in konsept danışmanı Adnan Menderes’in hayatını konu alan “Bir Yiğit Vardı” adlı kitabın (Yitik Hazine Yayınları) yazarı gazeteci Erdal Şen’dir.

Berin Menderes, Ailesinin Temel Direğiydi
Hülya Koçyiğit’in canlandırmak istediği Berin Menderes, devlet görevlerinden, ülke sorunlarından ve hayatındaki diğer kadınlardan dolayı çocuklarını ihmâl eden Adnan Menderes’in evdeki yokluğunu çocuklarına hissettirmemek için fazlasıyla çaba harcamış bir anne ve eşti. Berin Hanım, Menderes ailesinin temel direğiydi; Adnan Menderes’in ev yaşamındaki açıklarını kapatan kişiydi. Adnan Menderes’in başka kadınlarla (Ayhan Aydan Hanımla, Emniyet Müdür Muavini Ferit Sözen’in karısı romancı Suzan Sözen Hanım’la ve diğer kadınlarla) yakın ilişkiler kurmasına tepkisini bile Berin Menderes dışarıya yansıtmamıştır. Berin Menderes 27 Mayıs 1960 darbesiyle sonuçlanan gergin günlerin en başında eşi Adnan Menderes’in emekli olmasını, siyaseti bırakmasını ister, ancak amacına, ne yazık ki, ulaşamaz.


Hülya Koçyiğit’in En Çok Beğendiği Türk Filmleri (*)

– Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı
– Şerif Gören’in “Yol”u
– Lütfi Akad’ın “Kızılırmak Karakoyun”u
– Lütfi Akad’ın “Gelin”i
– Şerif Gören’in “Derman”ı
– Atıf Yılmaz’ın “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı
– Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yarim”i
– Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”
– Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”
– Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ı

(*) Bu listeyi Empire Dergisi için hazırlamıştı.


“Ayşecik” filminin yönetmeni Memduh Ün anlatıyor: “Sonra çekimin ilk günü geldi çattı. İşe Zeynep Değirmencioğlu’nun incir çalıp bahçevandan kaçtığı basit bir sahneyle başladık. Kız arada dönüp arkasına bakacaktı kaçarken.Tam 19 kere çektik.Zeynep Değirmencioğlu yapamadıkça benim de kafamın tası atıyor, gittikçe sinirleniyordum.Artık yenecek tırnağım kalmayınca döndüm babası Hamdi Değirmencioğlu’na, “Ya şu senin methettiğin, dünya çapındaki oyuncu kızın bu mu?” dedim.Bunun üzerine, ”Ya işte  ilk gündür, şudur budur” diye kemküm etti Hamdi Değirmencioğlu, beni yumuşatmak amacıyla.Ertesi gün yeniden işe başladık.Olacak şey değildi, gözlerime inanamıyordum.O ilk günkü beceriksiz kız gitmiş, bambaşka bir çocuk  gelmişti yerine. Korkunç yetenekli, her söylediğimi anlayan, oyununa kendinden mizansenler ekleyen bir çocuk gelmişti hem de.Onunla elli metrelik bir plan bile çektik, hiç unutmuyorum.Deneyimli oyuncuların bile kolayca başaramayacağı bir plandı bu.Zeynep Değirmencioğlu burada yalnızca karşılıklı konuşarak değil, yer değiştirerek, yürüyerek, durması gereken yerlerde durarak, üstelik de hiç yere bakmadan (oyuncuların durması gereken yerleri set işçileri yere tebeşirle işaretlerdi) oynadı, ne yapması gerekiyorsa onu en iyi biçimde yaptı ve hepimize parmak ısırttı…Filmin çekimleri uzun sürdü. Kırk günü aşmıştık neredeyse.Film çekim ortamı pek zevkli olmadığı için çocuk haklı olarak ışıklardan, karmaşadan sıkılmıştı.Her gün on dakikada bir “Çişim geldi!” demeye başlamış, alışkanlığa dönüştürmüştü bunu. Tamam, eninde sonunda dört buçuk yaşında bir çocuktu, göz yumuyordum, sesimi çıkarmıyordum, ama sürekli yineleniyordu bu, çalışmanın imkanı kalmamıştı.O zaman bir çare düşündüm.”Bak Zeynep, istersen donuna et, yarım saat geçmeden seni kesinlikle çişe göndermeyeceğim,” dedim ve uyguladım.Zeynep Değirmencioğlu’nu sete sabahları senaryo yazarı Erdoğan Tünaş getiriyordu, Erdoğan Tünaş  Hamdi Değirmencioğlu’nun yakın arkadaşıydı, çekim sonrası Erdoğan Tünaş ile Hamdi Değirmencioğlu gazetelere beyanat verdiler, “Sadist rejisör çocuğumuzu çişe göndermiyordu!” diye…”

2 Mart 2014 Pazar gecesi 86. OSCAR ödüllerinin dağıtıldığı törende, sinema seyircilerine ilk kez ABD, Yunanistan ve Kanada sinemalarında Ağustos 1939’da (İkinci Dünya Savaşı’nın 1 Eylül 1939’daki başlangıcından birkaç hafta önce)  sunulan “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü”nün 
75. yılı da kutlandı…“The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü” 1939'da Kuzey Amerika (ABD ve Kanada) sinemalarında 53 milyon 347 bin 826 seyirci topladı; o dönemde sinema bileti fiyatı 0,25 centti (çeyrek dolar)


Şarkıcı Pink OSCAR dağıtım gecesinde “Oz Büyücüsü”nün ölümsüz şarkısını (“Over the Rainbow”) seslendirirken törende “Oz Büyücüsü”nün 1969’da hayatını kaybeden baş rol oyuncusu Judy Garland’ı “Cabaret-Kabare”yle (1972) OSCAR ödülü kazanan kızı Liza Minnelli temsil etti…


“Oz Büyücüsü” filminin filmden daha ünlü şarkısı “Over the Rainbow”un sözlerini E. Y. Harburg (diğer adıyla: Isidore Hochberg; 1896-1981) yazmış, melodisiniyse (müziğiniyse) Harold Arlen (1905-1986) bestelemişti…“Over the Rainbow” yakın zamanda Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann tarafından “Australia” (2008) filminde de kullanılacaktı…

86. OSCAR dağıtım töreninin sunucusu Ellen DeGeneres ise “Oz Büyücüsü”ndeki Peri’nin giysisine bürünerek sahneye çıktı ve  75. yıl kutlamasına katkıda bulundu…


Dönemin en büyük Amerikan Film Stüdyosu (yapımevi) Metro Goldwyn Mayer “Oz Büyücüsü”nde 20th Century Fox Stüdyosu’nu iflastan kurtaran yıldız Shirley Temple’ı oynatmak istemiş bunu başaramayınca rol Judy Garland’ın olmuştu…“Oz Büyücüsü” o dönemde iki milyon 777 bin dolara maloldu; tanıtım, reklam ve oyuncuların şehir şehir sinema sinema dolaşarak yaptıkları turne harcamalarıyla birlikte bu rakam dört milyon doları geride bırakırken, “Oz Büyücü”sünün Kuzey Amerika sinemalarında o dönemde elde ettiği 14 milyon dolarlık hasılatın enflasyon farkıyla hesaplandığında günümüzün yaklaşık 530+ milyon doları olduğu belirtiliyor…“Oz Büyücüsü” ilk gösterimleri yapıldıktan birkaç hafta sonra İkinci Dünya Savaşı başladığı için pek çok ülkede İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden (1945’ten) sonra sinemaseverlere sunulabilecekti…“Oz Büyücüsü” 29 Şubat 1940’ta sahiplerini bulan 12. OSCAR ödüllerinde yılın en iyi filmi dalı dahil altı dalda OSCAR adayı olmuş ve iki dalda (şarkı & müzik) OSCAR kazanmıştı…“Oz Büyücüsü”nün yönetmeni Victor Fleming’in yönettiği bir diğer film olan “Gone with the Wind-Rüzgar Gibi Geçti” 29 Şubat 1940’ta sahiplerini bulan 12. OSCAR ödüllerinde biri onur OSCAR’ı dokuz ödül kazanacaktı…Shirley Timple’ın 1934’teki filmleriyle 27 Şubat 1935’te elde ettiği “özel, genç yetenek OSCAR ( Juvenile Award) ödülünü” Judy Garland 1939’daki film performanslarıyla ( “Oz Büyücüsü” ve “Babes in Arms” adlı filmlerle)  29 Şubat 1940’da elde etmişti…Judy Garland kendisine özel bir OSCAR kazandıran rollerden “Oz Büyücüsü”nde haftada 500 dolara, “Babes in Arms”daysa fiks bir ücretle (sekiz bin 900 dolar) çalışmıştı…Judy Garland 1938 yılında 16 yaşındayken ünlü çocuk romanları yazarı L. Frank Baum’un kitabından uyarlanan “The Wizard of Oz” adlı filmde başroldeki Dorothy Gale karakterini oynamıştı. Bu rol, Garland’ın ilk ve daima hatırlanan rolü oldu. Judy Garland’ın yıldızlığa giden kariyer çizgisinde Dorothy Gale rolünün önemli bir kilometre taşı olduğu görüşü oluştu.Judy Garland, “Oz Büyücüsü”nde bütün kariyeri boyunca seslendirdiği en unutulmaz şarkılar arasında yer alan “Over the Rainbow” adlı şarkıyı yorumlamıştı.Metro Goldwyn Mayer Film Stüdyosu için film üreten yapımcılardan Arthur Freed ile Mervyn LeRoy en baştan itibaren bu rolde Judy Garland’ın oynamasını istiyorlardı…


 Ancak stüdyonun yöneticisi / İmparatoru Louis Burt Mayer ( Mayer diğer Hollywood kurucuları gibi Rusya göçmeni Yahudi bir ailenin çocuğuydu) bu rol için Shirley Temple’ı  20th Century Fox Stüdyosu’ndan kiralamak istiyordu. 

20th Century Fox Stüdyosu’nu iflastan kurtarmış olan Shirley Temple’ın menejerleri Mayer’in bu rol teklifini kabul etmeyince rol Judy Garland’ın oldu.Filmin çekimlerine 13 Ekim 1938’de başlandı ve 16 Mart 1939’da tamamlandı. Filmin tamamlanmasından sonra Metro Goldwyn Mayer Stüdyoları tarafından Judy Garland’ın katıldığı bir promosyon turnesi düzenlendi.Eleştirmenlerin de desteğini alan “The Wizard of Oz” kısa sürede en çok seyirci toplayan filmler arasına adını yazdırdı. Yüksek yapım bütçesi, tanıtım, reklam, promosyon turnesiyle birlikte toplam harcamaları 4 milyon dolara ulaşan film, çocuklara yönelik bilet ücretlerinin da düşük olması nedeniyle ilk yıl maliyetini karşılayamadı. Ancak 1940 yılında yeniden gösterime girmesiyle maliyetini fazlasıyla çıkardı.En çok para kazandıran filmler arasına katıldı. 


 “Oz Büyücüsü”nün Türk sinemasındaki uyarlaması:“Ayşecik” serisinin 1971’deki halkası olan Tunç Başaran’ın “Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”si,  kalp hastalığıyla dünyaya gelen Frank Baum’un (15  Mayıs 1856-6 Mayıs 1919) eserinden sinemaya uyarlanan, yılın en iyi filmi dalı dahil altı dalda OSCAR ödülüne aday gösterilen ve iki dalda (fon müziği ve özgün şarkı dallarında) OSCAR ödülü kazanan “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü”nün (1939) çok başarılı bir yerli uyarlamasıydı.


Amerikalı akademisyen Charles Daniel Sabatos “Oz Büyücüsü” ve onun yerli versiyonu hakkında şunları söylemişti:


L. Frank Baum’un ilk kez 1900 yılında yayınlanan çocuk klasiği “The Wonderful Wizard of Oz”, kısa sürede başarıya ulaştı ve yüz ondört yıl boyunca sahne, sinema, radyo, televizyon ve internet olmak üzere her türlü eğlence formatında kalıcı bir  popülerliğe ulaştı. Küçük Dorothy’nin maceraları, Baum ve diğer yazarlar tarafından kaleme alınan devam kitaplarına esin kaynağı oldu. Hatta Büyücü zaman içerisinde ütopik Oz ülkesine geri döndürüldü. 


Kitap serilerinin “resmi” yayını 1960 yılında 40. kitapta sona erdi ama aralarında bu eleştiri yazısının yazarının da yer aldığı çok sayıda yazar, sonraki yıllarda Oz’dan esinlendikleri kendi öykülerini yayınlamaya devam ettiler.“The Wizard of Oz” ayrıca çok sayıda film uyarlamasına da esin kaynağı oldu. MGM (Metro Goldwyn Mayer) tarafından 1939’da çekilen ve başrolünde Judy Garland’ın oynadığı film, şöhret açısından orijinalini bile geride bırakırken hikayenin popülaritesinin sürmesinde önemli rol oynadı. Kaynağını “Oz” fenomeninden alan en ilginç filmlerden birisi de Türk yönetmen Tunç Başaran’ın 1971 yılında gösterime sunulan “Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde” adlı filmdir. 

Oz’un ABD dışında çekilen az sayıdaki film uyarlamalarından biri olan bu versiyon, Baum’un hikayesinin naif çekiciliğini diğerlerinden, hatta MGM’inkinden bile daha iyi yakalamıştır. Judy Garland’ın oynadığı versiyonun Amerika’da bir tatil günü televizyon klasiği olması gibi, Türkiye’de klasikleşen bu film, Amerika’daki  fanatik “Oz” hayranları arasında bile az bilinir. Yakından incelendiğinde bir Amerikan kültürel ikonunun Türklere özgü bakış açısıyla büyüleyici bir birleşimi gibidir.


Kitaptan veya film versiyonundan esinlenen ilk uluslararası versiyon, “Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde” olmuştur.“Ayşecik” için Dorothy’nin yeni versiyonu olduğu söylenemez. O dönemde Türkiye’nin en ünlü çocuk starı olan Zeynep Değirmencioğlu’nun beyazperde kimliğini yansıtır. 


1930’ların bir başka Amerikan fantezi filmi “Pamuk Prenses”in (“Snow White and the Seven Dwarfs-Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” ; 1937 Walt Disney Stüdyoları animasyonu)  live action (animasyon olmayan) yapımında da başrol oynamış olan Zeynep Değirmencioğlu’na “Oz”a yaptığı yolculukta (“Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”)  yedi cüce adam eşlik eder. Bunlar yolculuk boyunca sihirli şekilde bir görünüp bir kaybolurlar. Küçük siyah köpeğinin adı bu versiyonda “Boncuk”tur. Zeynep Değirmencioğlu, Amerikan filmlerinin Dorothy’leri arasında en çok 1985 Disney yapımı “Return to Oz”dan Fairuza Balk’ı çağrıştırır. 


Ayşecik’in diğer üç arkadaşı ise hikayenin her versiyonundaki yer alan Korkuluk, Teneke Adam ve Aptal Aslan gibi tanıdık simalardır. Bunlar temelde MGM filmindeki benzerlerini çağrıştırırlar. Bu filmdeki Korkuluk, Ayşeçik tarafından tarlada terk edilmiş halde bulunduğu günleri hatırlarcasına bazen sol dirseğini kaldırıp kolunu asılı tutuyor olsa da Ray Bolger’ınki kadar esnek yapıda değildir. Teneke Adam’ın kostümlerinden muhtemelen dublajla yapılan çıtırtı sesleri çıkar. Bazen filmin soundtrack’ine ağır bastığı görülür. 


Aslan’ın en çok bilinen hareketi ise dudaklarını iki yana doğru kıpırdatma hareketidir. (İngilizce “lion” sözcüğünün Türkçe’deki karşılığı “aslan” olduğu için bu filmde “aslan” adı kullanılır. Bu yönüyle Batılı izleyicilere ünlü fantezi dizisi “Narnia”daki “Aslan” karakterini hatırlatabilir.)


Ayşecik’in maceralarında İyi Cadı, Kötü Cadı ve Büyücü karakterlerinin hepsi vardır. İyi Cadı biraz da olsa ortaçağ hanımefendileri gibiyken Kötü Cadı kamburdur. Yüzüne kalın bir makyaj yapılmıştır. Parlak turuncu rengi kıvırcık saçları siyah şapkasının altından görünür. Büyücü’nün ilk ortaya çıkışı ise, MGM’in dev kafa ve ateş topu görünümüne kıyasla fazla etkileyici değildir. Ayşecik ve arkadaşlarının karşısına önce oldukça ümitsiz ve perişan görünümlü bir kurukafa çıkar. 


Türk hamamının iç kısmına benzeyen ıssız bir odadaki meşalenin küçük aleviyle aydınlanır. Büyücü’nün kendisi ortaya çıktığında onun MGM versiyonunda bu karakterin portresini çizen Frank Morgan’ın sirk şovmeni benzeri kıyafetini giymediğini görürüz. Sivri şapkası, bol pelerini ve havada asılı gibi duran uzun beyaz bıyıklarıyla “gerçek” bir büyücüye benzer.“Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”nin  bazı bölümleri, özellikle de Aslan’ın insan/aslan kostümü MGM filminden alınmış gibi görünmekle beraber, birçok unsur orijinal kitaptan alınmıştır. Örneğin Ayşecik karakteri rugan ayakkabı değil, gümüş ayakkabı giyer. Gelişinde onu karşılayan İyi Cadı, sonraki maceraları boyunca Ayşecik’i koruyacak büyülü öpücüğü verir. Kötü Cadı’nın kalesine yaklaşırlarken grubun “ölümlü” iki üyesi olan Ayşecik ile Aslan’ın Teneke Adam tarafından korunduğunu görürüz. Bunu, Korkuluk’un samanlarını onların üzerine saçarak yapar. Kötü Cadı’nın askerlerinin Korkuluk ile Teneke Adam’ı imha etmesinden sonra Ayşecik ile Aslan ele geçirilir ve kaleye getirilir. 


Kitapta olduğu gibi Ayşecik’i kalede gezdiren Cadı, onun gümüş ayakkabılarının tekini alır. Bu sahnede küçük bir farklılık vardır. Ayşecik’in duyduğu büyülü bir ses, ona cadının üzerine bir kova su boşaltmasını söyler. Böylece Margaret Hamilton’un oynadığı sahnedekine benzer şekilde cadı aniden erimeye başlar.“Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”, diğer açılardan Baum’un çektiği iki Oz filmine yakın düşer. Tunç Başaran’ın filmi, sesli ve renkli olmasına rağmen özellikle eğlenceli anlarında Baum’un sessiz versiyonlarını çarpıcı şekilde çağrıştırır. Müzikal bölümler vardır ama bu sahnelerde titiz koreografi yerine karakterlerin çay eşliğinde şarkı söyleyip dans ederlerken gösterildiğine tanık oluruz. Judy Garland’ın rüyası, olay oluşturma tekniğiyle hemen zirve noktasına ve hızlı çözüme ulaşırken, Ayşecik’in macerası açıkça birkaç güne yayılır. Ormanda ağır adımlarla yürüyen karakterler önce bir ağacın saldırısına uğrar; sonra “Bebekler Ülkesi”ndeki bir duvara tırmanırlar. Ertesi gün robota benzeyen ve canlı oyuncak bebeğe dönüşmüş olan iki küçük kız tarafından uyandırılırlar. Ayşecik ve arkadaşları, bebeklerle uzun ve eğlenceli bir dans yaparlar. 


(Filmin tamamen orijinal parçasını oluşturan bu bölüm, orijinal kitabın sonunda yer alan ve bazen etkisiz olmakla eleştirilen Çin Ülkesi bölümünü çağrıştırır). Kahramanlarımız, maceranın bir sonraki adımında büyülü cücelerle karşılaşır ve onlarla piknik yaparlar. Ardından yine dans sahnesi gelir.Yolcularımız sonunda Büyücü’nün şehrine ulaşır ve doğruca saraya varırlar. Karşılarına engel olarak şişman ve sebepli sebepsiz gülen bir bekçi çıkar. Ancak bu sahnede gerilim inşa etmek yerine büyülü cücelerin eğlenceli oyunlarına yer verilir. Cüceler, zaman zaman ortaya çıkarak bekçinin kaba etlerine sapanla taş attıktan sonra ortadan kaybolurlar. Sonra kıkırdayarak yeniden ortaya çıktıklarını; oyunlarını tekrarladıklarını görürüz. Yeniden kaybolup yeniden ortaya çıkarlar. Cücelerin sergilediği yaramazlıklar, en yaşlı cücenin sert ve katı müdahalesiyle son bulur.Büyücü’nün balonu Ayşecik olmadan uzaklara uçtuktan sonra (“There’ll Be a Hard Time in the Old Town Tonight” adlı eski blues şarkısından birkaç nağme eşliğinde yeterince eğlenceli hale gelen ve soundtrack’e eşlik eden bir andır) birkaç gün daha geçmesi ve yeni bir yolculuk yapılması gerekir. 


Ayşecik’in evine dönme isteğinin sonunda gerçeğe dönüşmesi öncesinde çılgın mağara sakinleriyle karşılaşırlar. Bu farklılıklar daha az gerilimli, belki daha az dramatik duygular yaratır ki, Baum’un ılımlı ve dolambaçlı maceralarının ruhuna daha fazla sadıktır.Tunç Başaran’ın filminin, Baum filmleriyle bir başka benzerliği de filmin doğal dış mekanlarda çekilmesidir. Türkiye’nin gerçek kale ve harabeler konusundaki zenginliğinin getirdiği avantajdan yararlanılmıştır. Büyücünün sarayı (zümrüt yerine süslemesiz taştan yapılmıştır) ile cadının kalesinin her ikisi de mekan çekimi şeklinde filme alınmıştır. Türk versiyonun çocuksu haliyle bize verdiği genel izlenim, realite ve aksiyon ağırlıklı temaların stüdyo reprodüksiyonlarından etkilenen izleyicinin beklentisi bu kadar yükselmeden öncesinde çekilmiş Hollywood filmlerinin “masumiyet”ine; filmlerin kendisinin bile başlıbaşına büyüleyici olduğu, birkaç aktörün sade kostümler içerisinde sıradan bir ırmak kıyısında yürümesinin bile hayal gücünü ateşleyebildiği o yıllara dönüşü simgelemesidir.Filmin isminde periler ülkesinden “rüyalar ülkesi” şeklinde bahsedildiği halde filmin sonunda Ayşecik’in ülkesinin hayli gerçekçi olması ilginçtir. Bu açıdan bakınca Tunç Başaran’ın “Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”si Baum’un Oz’una benzerken MGM’inkine benzemez. 


İyi Cadı’nın Ayşecik’e artık evine dönmeyi dileyebileceğini söylediği sahnede cadı ortadan kaybolur ama kamera bir süre Oz karakterlerinin üzerinde kalmaya devam eder. Bu, ilk dönem Oz kitaplarında bile yer almayan bir perspektiftir. Ardından büyülü cüceler gözden kaybolur. Bir sonraki sahnede Ayşecik’i çorak ve engebeli bir arazide (Anadolu’nun kırsal kesimleri Kansas’ın yerini çok iyi almış) kendisini sevinçle karşılayan ailesine doğru yürürken görürüz. Büyülü cüceler ansızın çiftliğe yukarıdan bakan bir tepe üzerinde görünürler. 


Ona bir kez daha hoşçakal derken gittiği için de sanki üzgün gibidirler. Ardından son kez kaybolurlar. Büyülü karakterlerin Ayşecik’e elveda demesinin verdiği izlenim, sanki onlar gerçekmiş de Ayşecik sönüp giden bir rüyaymış gibidir.Baum’un sonradan yazdığı Oz kitaplarından birisinde Oz ülkesinin bir haritası vardır. Bu haritada, Oz ülkesinin, öldürücü bir çöl ve büyülü ülkelerle çevrelendiğini görürüz. Oz üzerine yapılan akademik çalışmaların öncülerinden olan Michael Patrick Hearn, “The Annotated Wizard of Oz” adlı kitabında bu haritada yer aldığı halde Baum’un kitaplarında göremediğimiz tek krallığın “Rüyalar Ülkesi” adlı küçük bir ülke olduğunu not eder. Burası, Oz’un ötesinde uzanan ölümcül çölün tam karşısındadır. Tunç Başaran’ın “Rüyalar Ülkesi” bir bakıma bu esrarengiz ve bilinmeyen ülkenin portresi şeklinde değerlendirilebilir. Bildiğimiz ve tanıdığımız Amerikan fantezi ülkesini başka bir dil ve kültürde yansıtır. Tıpkı mucizeler ve mitlerle meçhul kalan Oz ülkesinin, çölün öbür tarafından bakılınca çok yakın ama umutsuzca farklı bir komşu gibi görülmesi gibi…


Türkan Şoray’lı Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı Hangi Ülkede 25 Milyon Seyirci Topladı?

Rus sineması inanılmaz devlet desteğiyle ve dünya çapında büyük yeteneklere sahip olmasıyla her dönemde mucize sayılabilecek filmlere imza atmıştır.

Bu filmlerin ülkenin en güçlü şekilde propagandasını ve tanıtımını yaptığı da tartışılmaz bir gerçektir.

Nazi Almanyasının Rusyaya Saldıracağını Öngören Film: Alexander Nevsky

Sovyet yönetmenler Sergei Eisentein ile Dmitri Vasilyev’in “Alexander Nevsky” adlı filminin ilk gösterimi 25 Kasım 1938’de Moskova’da gerçekleştirildi. Film Rusya’ya 700 yıl önceki (13. yüzyıldaki) Alman saldırısını anlatıyordu; bununla da kalmıyor adeta ikibuçuk yıl sonra Haziran 1941’de üç milyon Alman askerinin Sovyetler Birliği’ni istilâya kalkışmasını haber veriyordu!

Alexander Nevsky  Sovyetler Birliği sinemalarında 23 milyondan fazla seyirci toplayacaktı...


Eisentein “Korkunç İvan 2. Bölüm”ün Gösterim Yasağının Kalktığını Göremedi

Yönetmen Sergei Eisentein’ın “Korkunç İvan 2. Bölüm” adlı filmiyse 1946’da çekilmesine rağmen sakıncalı bulunarak 1958’e kadar Sovyet halkına sunulmayacaktı. Yönetmeni 1948’de öldüğünden filminin yasağının kalktığını da göremeyecekti.

Gözü Dönmüş İstilâcılar Rus Halkına Büyük Acılar Yaşattı

Napoleon ve Hitler’i, “Rusya’nın Derinliği”, “Amansız Kışı” (Rusya’nın dondurucu, öldürücü soğuğu Napoleon’a eksi 35 derece, Nazilere eksi 32 derece olarak korkunç yüzünü gösterdi) ve “Dişiyle Tırnağıyla Bile Mücadele Eden Rus Halkı” durdurmuş, bozguna uğratmıştır. Bu iki diktatör dünyaya egemen olabilmenin yolunun Rusya’ya diz çöktürmekten geçtiğini kavramışlardı. İlki başkent Moskova’ya girdi, Ruslar tarafından yakılan şehri elde tutamadı, diğeri Moskova önlerine kadar geldi, Moskova’ya 24 kilometre kadar yaklaştı…

Kuduruk Hitler, Napoleon’un istilâ silsilesini aşmaya (Rusya’yı ele geçirmeye ve halkını esir etmeye) kalkışmış ve bu korkunç çatışma 27 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne neden olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin adeta akıttığı/yağdırdığı yardım malzemeleri, araç gereç, silâh, cephane Rus halkının ve ordusunun ayakta kalmasına, Almanları yenmesine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.

“Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001; yönetmen Jean-Jacques Annaud; yapım bütçesi: 68 milyon dolar) filminde anlatıldığı gibi Ruslar en azından İkinci Dünya Savaşı’nın başında Almanların önüne sürdükleri askerlerin bir bölümüne silâh sağlayamamış, bu da korkunç sayıda Sovyet askerinin ölümüne, yaralanmasına, sakat kalmasına yol açmış, silâhsız olanlar çatışmada hayatta kalabilmişlerse ancak ölen askerlerin silâhını kapabilirlerse savaşa dahil olabilmişlerdir.

Rus Halkının Sinema Aşkı Dillere Destandır!

Bugün yapılsa 700 milyon doların bile yetmeyeceği Sergei Bondarchuk’un ölümsüz yazar Tolstoy’dan satır satır uyarladığı “War and Peace-Savaş ve Barış” (1967) ölümsüz Rus filmlerinden biridir. O dönemde bu filme 100 milyon dolar harcanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yabancı film Oscar’ını kazanan “Savaş ve Barış”ı Sovyetler Birliği’nde 135 milyon 300 bin kişi seyretmiştir.

Bondarchuk yaşadığı dönemde 3 milyon 500 bin kişinin ölümüne yol açan Napoleon’un 1812’deki Rusya istilâsını ve bozgununu anlattığı “Savaş ve Barış”tan sonra Napoleon’un 18 Haziran 1815’teki son savaşını da “Waterloo”da (1970) anlattı. Rus versiyonu 4 saati bulan bu filmin bütçesi de 25 ilâ 35 milyon dolar arasındadır. Bu film 1972’de “Waterloo Savaşı” adıyla ve kısa versiyonuyla Türkiye sinemalarına geldi.

Sergei Bondarchuk’un bir başka filmi “They Fought for Their Country-Vatanları İçin Öldüler”dir (1975’in filmi Türkiye’de 1978’de gösterilmiştir). Alman istilâcılara karşı Sovyet halkının kahramanca direnişini konu alan bu filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 40 milyon 600 bine ulaşmıştır.

İkinci Dünya Savaşı acıları, vahşeti, sıkıntıları ve zaferi Sovyetlerde 66 milyon kişiyi sinema salonlarına çeken “The Dawns Here Are Quiet-Sakindi Oranın Şafakları” (Yönetmen: Stanislav Rostolsky; 1972’nin filmi Türkiye’de 1977’de gösterildi) ve 56 milyon 100 bin kişiye ulaşan “The Great Battle-Tankların Savaşı”nın da (1969’un filmi Türkiye’ye 1974’te geldi) konusudur.

İç Savaşın Acıları

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleriyle sonuçlanan İç Savaş’ın toplam ölü sayısı da en az on milyon kişi olarak hesaplanmıştır. Kızılların yendiği ve öldürdüğü (1920’de) Beyaz Ordu’nun komutanının (Alexander Kolchak) hikâyesi de 22 milyon dolar harcanan ve dünya hasılatı 78 milyon doları bulan “Admiral-Amiral” (2008; yönetmen: Andrey Kravchuk; başrolde Konstantin Habenski) adlı muhteşem filme kaynak olmuştur.

Sergei Bondarchuk’da “Ten Days That Shook the World-Dünyayı Sarsan On Gün”de (1983) Çarlık yönetiminin yıkılmasını konu almıştır.

Bolşeviklerce katledilen Çarlık Ailesini konu alan Rusların 18 milyon dolarlık büyük prodüksiyonu “The Romanovs: An Imperial Family” (2000; yönetmen: Gleb Panfilov) ise Amerikalıların aynı konudaki “Nicholas and Alexandra”sından (1971) hiç de aşağı kalmaz.

Rus-Japon Ortak Yapımı: Dersu Uzala

Rusya’ya yabancı film Oscar’ını kazandıran “Dersu Uzala” (1975; Rus-Japon ortak yapımı) ise Japonya’nın çıkardığı en müthiş, en büyük yaratıcı yönetmen olan Akira Kurosawa’nın imzasını taşır. 4 milyon dolara malolan filmi sadece Sovyetler Birliği’nde 20 milyon 400 bin kişi seyretmiştir. Bu film Türkiye’ye ancak 1978’de gelebilmiştir.

Larisa Shepitko’nun Erken Ölümü Sinema Dünyası İçin Büyük Bir Kayıptı

Yukarıda Sovyet Rus sinemasının temel konusunun Nazilerle dişe diş mücadele olduğunu belirtmiştik. Bunlardan biri de Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’ya (1964’te Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmi de aynı ödülü kazanmıştı) layık bulunan “The Ascent”dir (1977). Filmin kadın yönetmeni Larisa Shepitko (6 Ocak 1938 doğumlu) ne yazık ki 2 Haziran 1979’da trafik kazasında öldüğünde 41 yaşını tamamlamamıştı. Geride 8 yaşındaki oğlu Anton’u (1971 doğumlu) ve kendi gibi yönetmen olan eşi Elem Klimov’u (1933-2003) bıraktı.

Shepitko’nun Kocası Elem Klimov’un Filmleri de Uzun Yıllar Yasaklıydı

Ülkesindeki Yeniden Yapılanma (Perestroika) döneminden yararlanarak, Mayıs 1986’da Sovyet Film Yönetmenleri Sendikası’nın Genel Sekreteri seçilen Elem Klimov, Sovyet Komünist Partisi’nin katı, bağnaz sansürcülerinden çok çeken, pek çok filmi uzun yıllar yasaklı kalan yönetmenlerden biriydi.

Elem Klimov, Larisa Shepitko’yu konu alan 25 dakika uzunluğundaki “Larisa” (1980) adlı belgesel yanı sıra Son Rus İmparatoriçesini (Çariçesini) etkisi altına alan gizemli adam Rasputin üzerine “Agoniya”ya da (Agony: The Life and Death of Rasputin; 1981) imza atmıştır.

“Elveda Matyora-Farewell to Matyora/Proschanie” (1983) Shepitko’nun başlayıp kazada ölünce bitiremediği, kocası Elem Klimov’un devraldığı, tamamladığı ve Shepitko’nun senaryo yazarlarından biri olduğu filmdir. Sovyetler Birliği’nde 1 milyon 300 bin kişi tarafından seyredilmiştir. Film baraj suları altında kalan bir yerleşim yerinin ve oradan istemeye istemeye, göç etmek zorunda kalan insanların göz yaşartıcı hikâyesini konu alır.

Oscar Ödülüne Aday Olsun Diye Yollanan “Gel ve Gör”ün Aday Olamaması Skandaldı!

Elem Klimov’un bir sonraki filmi “Come and See-Gel ve Gör”ün Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 28 milyon 900 bini bulur. “Gel ve Gör” Hitler felâketini en çarpıcı ve sarsıcı şekilde anlatan filmlerden biridir. “Gel ve Gör”, yabancı film Oscarına aday olabilmesi için ülkesi tarafından Los Angeles’a gönderilmiş ve skandal sayılabilecek bir seçimle Oscar adaylığı kazanamamıştır. Bu film Türkiye sinemalarına 1997’de gelebilmiştir.

Rusya’nın Süperstarı: Innokenti Smoktunovsky

Sovyetlerin en ünlü erkek yıldızı Innokenti Smoktunovsky’dir (1925-1994). Onun Hamlet’i canlandırdığı “Gamlet” (1964) Sovyetler Birliği sinemalarında 21 milyon 100 bin kişiye ulaşırken, besteci Çaykovski’yi canlandırdığı “Çaykovski” (1970) 23 milyon 700 bin kişiyi bulmuştur.

Çaykovski Biseksüel miydi, Heteroseksüel miydi?

Rus filmi “Çaykovski” İngiliz yönetmen Ken Russell’ın “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”ine (1970) Rusya’nın yanıtıdır. “Women in Love-Aşık Kadınlar”la yönetmen dalında Oscar adayı olan ve Glenda Jackson’a ilk Oscar ödülünü kazandıran Ken Russell, Richard Chamberlain’ın Çaykovski’yi, Glenda Jackson’ın Çaykovski’nin karısını canlandırdığı “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”de Çaykovski’nin eşcinsel olduğunu, karısının cinsel isteklerini karşılayamadığını ve bu nedenle kadının akıl hastanesine düştüğünü iddia edince Ruslar çok kızmış, çok alınmıştır. Rus Devleti’nin resmi görüşüne ve onu dile getiren sözcülerine göre “Çaykovski eşcinsel, biseksüel değildir; sapına kadar heteroseksüeldir.”

Oscar Ödüllü “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor”

Yabancı film Oscar’ıyla ödüllendirilen “Moscow Does Not Believe in Tears” (1980’in filmi Türkiye’de 1987’de “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla gösterildi) 84 milyon 400 bin kişiyi Sovyetler Birliği’nde sinemalara çekmeyi başarmıştır.

“Andrei Rublev” Beş Yıllığına Rafa Kaldırıldı!

Dünyanın en iyi, en değerli yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’nin “Andrey Rublev”i Komünist Partisi bürokratlarını rahatsız ettiğinden Sovyetler Birliği’nde yaygın dağıtıma ilk gösteriminden (1966) beş yıl sonra 1971’de girebilmiştir. Bu büyüleyici filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 2 milyon 980 bin olarak açıklanmıştır.

Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı” 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmişti

Yapımcı Sabah Duru ile eşi Yılmaz Duru’nun elinden çıkan, Sovyetler Birliği’ne yerleşmek zorunda kalan Nazım Hikmet’in tiyatro için yazdığı eserden uyarlanan Türk-Rus ortak yapımı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı”da (1978) Sovyetlerde 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmeyi başarmıştır. Çekimleri öncesinde Moskova’daki Mos Film Stüdyoları’nda Topkapı Sarayı’nın dekoru oluşturulan bu filmde başrollerde Türkan Şoray, Faruk Peker, Yılmaz Duru, Alla Sigolava, Armen Cigarhanyan, Anatoli Papanof, Vsevolod Sanayev, Adil İskenderov’da vardır. Bu halk masalı daha önce Fuzuli ve Nizami tarafından da yorumlanmıştı. Filmin yönetmeni de Azeri Ejder İbrahimof’tur.

Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” kitabında bu filmin çekimlerinde ne yazık ki atların öldüğünü söyler ve öğrendiği Rusça kelimeleri sıralar: “Sıpa siba” (Teşekkür ederim), “Siyonka” (Çekim), “Haroşo” (Çok Güzel).

Bazı Önemli Rus filmleri:

* Dostoyevski uyarlaması “The Brothers Karamazov-Karamazov Kardeşler” (1969) Sovyetler Birliği’nde 28 milyon 300 bin kişiyi sinema salonlarına çekti.

* “Vor/The Thief-Hırsız” (1997; Türkiye’de 1999’da gösterildi) Yabancı Film Oscar’ına aday Gösterildi. Maliyeti iki milyon dolardı.

* “The Turkish Gambit-Türk Hamlesi” (2005). Boris Akunin’in Türkiye’de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basılan romanının uyarlaması. Maliyeti üçbuçuk ilâ dört milyon dolar arasındadır. Sadece Rusya sinemalarında 18 milyon dolar hasılat toplamıştır.

Rusları, Rusyayı, Rus tarihini Konu Alan Diğer Ülke Filmlerinden Bazıları:

* “Doktor Jivago” (1965) David Lean
* “Testimony” (1988) Tony Palmer
* Tolstoy’dan uyarlama ”Anna Karenina” (1935) Clarence Brown
* “Peter the Great-Büyük Petro” (1986) Marvin J. Chomsky ile Lawrence Schiller
* “Stalin” (1992) Ivan Passer
* “Nicholas and Alexandra” (1971) Franklin J. Schaffner
* “The Last Station-Aşkın Son Mevsimi” (2009) Michael Hoffman
* “Reds” (1981) Warren Beatty
* “The Assassination of Trotsky-Meksika’da Cinayet” (1972) Joseph Losey
* “The Fixer-Kiev’deki Adam” (1968) John Frankenheimer
* Nikolai Gogol’den uyarlanan “Taras Bulba” (1962) J. Lee Thompson
* “Rasputin: Dark Servant of Destiny” (1996) Uli Edel
* “Fiddler on the Roof-Damdaki Kemancı” (1971) Norman Jewison
* Tolstoy uyarlaması “War and Peace-Savaş ve Barış” (1956) King Vidor
* “The Russians Are Coming” (1966) Norman Jewison
* “Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001) Jean-Jacques Annaud
* “The Hunt For Red October-Kızıl Ekim” (1990) John McTiernan
* “Nijinsky” (1980) Herbert Ross
* “Anastasia” (1956) Anatole Litvak
* “The Music Lovers-Yalnız Kalpler” (1970) Ken Russell

Bir Zamanlar Pangaltı İnci Sineması Vardı

Türkan Şoray, Sinemam ve Ben adlı kitabında bir zamanlar filmlerinin gösterildiği Pangaltı İnci Sineması’nın kapanmasından dolayı duyduğu üzüntüyü de dile getiriyor. (Sayfa 38-39)


Beyoğlu Emek’in Yeri Ayrı

Naum Tiyatrosu, üç bin ev ve yabancı ülke temsilciliklerinin de yandığı 1870 büyük yangından sonra inşa edilen ve Mimar Alexandre Vallary (1850-1921) imzasını taşıyan Beyoğlu Emek’in bulunduğu bina 1884’te açılmış… Bu bina önceleri Kulüp, Jimnastikhane, eğlence merkezi ve tiyatro, 1929’dan itibaren de sinema olarak kullanılmaya başlanmış. Sinemanın 1958’e kadar adı Melek… Bu tarihten sonra ise sinema Emekli Sandığı’nın malı olmuş ve adı da Emek olarak değiştirilmiş… Uzun yıllar -ikisi de bugün hayatta olmayan- Orhan Kurtuluş ve İsmet Kurtuluş kardeşler tarafından işletildiğini hatırlıyorum. Emek’in sinema olarak hizmetini sürdürebilmesi için Met Film’in sahibi rahmetli Erol Özpeçen’in de büyük maddi fedakârlıkları olduğunu da biliyorum.

Kurtuluş kardeşleri hatırlarken onların işlettiği ve 1975-2002 arasında Ankaralılara hizmet veren Akün Sineması’nın da 2002’den sonra Devlet Tiyatroları’na devredildiğini kaydetmeden geçemeyeceğim.


Sözü Sinemam ve Ben kitabının Pangaltı İnci Sineması’yla ilgili bölümüne ve Türkan Şoray’a bırakıyorum:

“Melek Film’in sahipleri Şahan ve Kaçuni Haki aynı zamanda Pangaltı’daki İnci Sineması’nın da sahibiydiler. (…) İnci Sineması’nda kendi şirketlerine yaptığım filmlerin galaları çok görkemli olurdu. Sinemada benim özel locam vardı. Filmleri Şahan Haki’nin eşi Melina ablam ve dünya tatlısı kızları Mayda ile Şeyda, hep birlikte bu locadan seyrederdik.

İnci Sineması hep Türk filmi oynatırdı. Çevirdiğim yeni filmin başladığı hafta, Pazartesi günü ilk seans 11 matinesi seyircileri sinemanın önünde uzun kuyruklar oluştururdu. Bazı sabahlar arabayla özellikle Pangaltı İnci Sineması’nın önünden geçerdim. Kalabalığı, sıraya girmiş beni seven, yüreklendiren seyircilerimi görmek isterdim, çok mutlu olurdum. Maalesef şimdi sinema kapandı. Haki ailesi sinemayı satıp Amerika’ya göç etti. Çok üzülmüştüm. Uzun yıllar o taraflarda bir yerlere gitmem gerektiğinde bir zamanlar Haki ailesinin evlerinin bulunduğu Bomonti’den geçmemek için yolumu değiştirdim. Pangaltı İnci Sineması’nın olduğu yerden geçerken hâlâ hüzünlenirim.”

Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam adlı kitaptan Pangaltı İnci’yle ilgili anekdot

Melek Film’in sahiplerinden Kaçuni Haki’nin Ses Dergisi’nde 1973’te Yeşilçam’da Alarm! başlığıyla yayınlanan yazıdaki sözlerini de sinema yazarı ve film eleştirmeni/tarihçisi Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam adlı kitaptan (Küre Yayınları) aktarmak isteriz:

“Hem sinema sahibiyiz, hem de yapımcı… İnanın sözlerime, Pangaltı İnci Sineması 7 aydır kâr edemiyor. Cebimize para girmediği gibi ayrıca üstüne para ödüyoruz. Sinemayı küçültmeyi düşünüyoruz. Yüzde elli düşüş var geçen yıla oranla. 28 yıldır ilk defa başımıza geliyor.”