Tarih bir değirmendir insanları, olayları ve nesneleri öğütür geçer. Ve arkasında da bakmaz. Sosyal ve siyasal olayları değerlendirirken, konuya bu gözden bakmak gerek. 

Günümüzde artık hiç bir şey rastlantısal değildir. Yani, öylesine hiçbir şey olmaz. Ne öylesine, kendiliğinden bir şey olur, ne de buna izin verirler. Ayrıca da her zaman birilerinin çok iyi şalları vardır, çaktırmadan üstüne örterler fark etmezsiniz bile. 
Bilinen tarihten bu yana günümüz dünyası, en enteresan dönemlerini yaşıyor. Yarın da, bu günden daha enteresanlarını hızla yaşayacak. Dünyanın var oluşundan bu güne, tarihin çöplüğüne bir göz atar isek, değişimlerin olduğu çağlar, devirler ve dönemler, ilk dönemlerde çok uzun, milyar, milyon, binlik zaman dilimlerini kapsar iken, artık günümüzde bir insan ömründe bile birden fazla çağı yaşar hale geldik.
Şu sözcükleri pek çoğunuz anımsayacaktır. Bilgi Çağı, Bilişim Çağı, İletişim Çağı, Atom Çağı, vb. Ki bu sözcüklerin kullanılmaya başladığı zaman, bir asır bile değildir.
Bilim, teknoloji, sanayi, ekonomi gibi alanlarda bu değişimleri gözle görüyoruz. Peki sosyal ve siyasi alanda ki değişimleri fark ediyor muyuz?. Aslında olanlar ortada. O kadar açık, gözümüze sokulurcasına yaşıyoruz ki.

Peki neden anlatılır bu kadar hikaye?
2010'ların Türkiye’sinde, artık hiç bir şey, 2000'li yılların Türkiyesi gibi değil. Bunun böyle olacağını ABD'li "think-tank"
(düşünce kuruluşu/topluluğu) kuruluşları ve onların sözcülerinden George Orwell'un "1984" adlı yapıtı gibi birçok kitap, makale ve konferans herkesçe bilinmektedir. Yazarlar, çizerler, bilim insanları yıllardır dünyada ve dolayısı ile ülkelerde olacak, bu değişim ve dönüşümler ile ilgili olarak yazıp, çizip, konuşuyorlar. 
Her neden ise bu değişim ve dönüşümler, her fırsatta yarın bitecekmiş gibi algılatılan, Orta Doğu, Afrika ve Güney Amerika'da ki petrol rezervi bulunan ülkelerdedir. 
Türkiye ise, stratejik konumu gereği özel bir ülkedir. Ki bu stratejik konum, ta ilk çağlardan buya da devam etmektedir.
Bu kadar değişim ve dönüşüm olur iken, Türkiye'de her şeyin eskisi gibi olmasını beklemek, pek saflık olsa gerek.
Batılı emperyalist devletler ile 1919'da, pek de beklemedikleri, ya da henüz bilmedikleri bir şeyler ile karşılaştılar. Kendilerine karşı (emperyalizme karşı) bir savaş olmuş ve kayıp etmeseler de kazanamamışlardı. 
Lord Curson'un , Lozan Antlaşması sonrasında İsmet İnönü'ye söylediği "bir gün gelecek, bu aldıklarınızı tek tek geri alacağız" sözü, Lozan Antlaşmasının, 1919'un ve 29 Ekim 1923'ün rövanşının alınacağına ilişkin ilk emare idi.,
1950'li ve 1980'li yıllar Lord Curson'un sözlerinin ne anlama geldiğini ülkeyi yönetenlerin tavırları ve ilişkileri ile daha iyi anlıyoruz. 
Emperyalistlere göre, Atatürk'ün ilkelerini belirleyerek kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist dünya için kötü bir örnek olmuştur. Ve yok edilmesi gerekmektedir. 
Fiilen devletin yok edilmesi en azından şimdilik mümkün olamayacağına göre, o halde temellerini sarsmak, yok etmek gerekmektedir. Üzgünüm ki, bu günde kendisini Atatürkçü sayanlar bazı işbirlikçiler aracılığı ile bu proje başarı ile sürdürülmektedir. 
O yüzden, bazıları "16.Nisan"ı yok sayıp görmezlikten gelse de, 16 Nisan'da çok şey değil, her şey değişmiştir. Bunu yaşayıp görmek istemeyiz ama görünen köy de kılavuz istemez ki. 
Bu yıkım projesinin karşısında durabilecek olanlar da, maalesef, güçleri olsa da yeteri kadar örgütlü değillerdir. 
Son zamanlarda ülkede, bir yüzde 49, yüzde 51 ayrımcılığı yaratılmak istenmektedir. Oysa böyle bir şey yoktur. Yüzde 49'un içinde de ülkesine karşı samimi duygular beslemeyen olabilir, yüzde 51'in içinde de nice yurtseverler vardır. Kamplaşmanın ne ülkeye, ne de insanlara bir yararı vardır.  "şapkayı önümüz koyup, her şeyi bir kez daha düşünmekte " yarar vardır. O günler de, bu günlerdir.