Hepimiz Atatürkçüyüz, bayramlarda seyranlarda, toplantılarda törenlerde ve belli tarihlerde Anıtkabir’de. Fakat onun bağımsızlık çizgisine, uygarlık ve bilimsel yönüne ne derece yakınız; ne derece uzağız o çizgiden?.. İNSAN son yıllarımızı düşündükçe (1950’den sonraki yılları): “Ne kadar kopmuşuz ondan!” diyesi geliyor. Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle: “Ulusal Kurtuluşçu Türkiye, Atatürk döneminde bloklar dışı, bağımsız bir dış politika izlemiştir.” Bu, herkesçe bilinen kanıtlanabilir bir görüştür. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben bağımsızlık aşkıyla yaratılmış bir adamım. Bence bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması mutlaka o ulusun bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ulusun ve ülkenin çıkarları gerektirdiği takdirde dünya uluslarından herhangi biriyle, uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla değerlendiririm. Ancak benim ulusumu esir etmek isteyen herhangi bir ulusun da, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.” demiştir Atatürk. “Tam bağımsızlık dendiği zaman elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik akla gelir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” sözleri bir başka ilkesidir O’nun. Buna karşın yok Fransız kazığı yedik, Almancı olalım; Alman yüzünden savaşta yenik düştük ABD mandası iyi; Nato’dan Avrupa Birliği’nden (komünizm tehdidi bittiği için) kötü tavır, hop yine ABD’ye… Peki ya İslam dünyasının bize reva gördüğü kabalığa ne diyelim? “SİYASİ ve askeri zaferle ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa az zamanda söner.” demiştir Atatürk. “Tüketici yaşamak iyi değildir, üretici olalım.” sözü bir başka dileğidir O’nun. Gerçekten ekonomik yönden güçlü olsaydık görür müydük şimdiki aşağılayıcı davranışların binde birini? “Var mı pulun, herkes kulun!” dememiş miydi atalarımız? Neden zayıfız ekonomik yönden? Bizi tüketiciliğe yönlendirdiler de ondan. Zor olan üretimden köşe bucak kaçar olduk yönetenler sayesinde. Ayakları yere basan gerçekçi lider Atatürk demişti ki: “Dürüst ve açık olan dış politikamız, özellikle ‘barış’ fikrine dayanır. Uluslararası herhangi bir sorunu barış yoluyla çözümlemek bizim çıkarımıza, anlayışımıza uyan bir yoldur.” Oysa barış sözcüğünden korkar olduk şimdi. Savaş, sıcacık geliyor kafalarımıza, gönüllerimize. Silahla yaşamanın mutluluğu içinde neye, kime hizmet ettiğimizi bile bilmiyoruz. İzlediğimiz vurdulu kırdılı filmler, düğünde de can aldırıyor, bayramda da; başarılı olduğumuz maç sonralarında da… Ama Barış Derneği’nden korkuyoruz. İnsan Hakları’ndan ürperiyoruz. Değilsek bile öyle görüntü veriyoruz dünyaya. Uygarlık aşığı Atatürk demişti ki: “Biz Batı uygarlığını taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi yapımıza uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz.” AMA halkımız layık olduğu, uygar olduğu için almamız gereken nice kararları Batı’yla bazı pazarlıklar karşılığı alıyormuşuz gibi bir izlenim yarattığımızdan, yöneticilerimiz ‘taklitçi zihniyet’ suçlamasının hedefi oluyor. “Dünyada her şey için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. Türk ulusunun yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.” diyen Atatürk neyden yana olduğunu apaçık koymuştur ortaya. Onun için Eğitimin Birleşmesini istiyordu, çıkardık Tevhidi Tedrisatı. 1950’ye kadar oldukça iyiydi her şey. Bitti çok partili yaşamla; çünkü taviz yarışı başladı. Yasa çıkarmak değil uygulamak önemli olduğundan çıkardık bıraktık, çıkardık bıraktık. Tedrisat çatallaştı zamanla: En gerçek yol gösterici bilim fen bir tarafta, şeriat için eğiten öbür tarafta. 8 Yıllık Temel Eğitim’e çocuk gönderme zorunluluğu yok adeta… Ama yasa var… NE diyelim, Varolsun(!) yöneticilik gösterisi yapanlar!..