Bir yanda Avrupa’yı kıskandıracak güzellikte yeni şehir inşa etmişler, diğer yanda eskiyi

korumuşlar. Merkez sağın yolu düşmemiş bu kadim kültür şehri Diyarbakır’a..

Sizleri “Deprem Yardım Tırı” ile gittiğim Elazığ ile ilgili

küçük bir yolculuğa çıkarmıştım. Şimdi sırada Diyarbakır

var. “Elazığ’a kadar gitmişken 120 km daha gidip Diyarbakır’ı

da görme” fikrimi hayata geçirdim. Tır şoförü ile Elazığ’da

vedalaşıp, 1gün boyunca Elazığ’ın nabzını tuttuktan

sonra Akşam saatlerinde Diyarbakır’a doğru yola çıktım.

Gezinin en önemli sürprizlerinden biri “Hazar Gölü” nü

görmek oldu.

Bir an,ilkokul seviyesindeki coğrafya bilgimi kontrol

ettim. “Hazar Denizi” denen devasa göle neden “göl” değil

de “deniz” denildiğini ilişkilendirmeye çalışırken, sosyal

medyada yaptığım paylaşıma Süleyman Bulut’tan refleks

geldi. “Orası deniz bi kere” dedi. Kendisi uzunca süre burada

kamu görevi yapmıştır, bi bildiği var elbet. Burada da

anladım ki, herkesin denizi kendine. Lizbon’da okyanusa

giren çocuk için deniz neyse, Diyarbakır’daki için de odur

herhal.

Yaklaşık 2.5 saatlik bir yolculuktan sonra vardık Diyarbakır’a.

Mola yerinde “peynirli gözleme var mı?” soruma

aldığım ve tepetakla olduğum “çökelekli var” yanıtını da

not olarak düşelim bu arada. Elazığ’da yediğimiz “konaklama”

kazığından sonra tecrübeliyiz ya, yolda konaklama

için öneri almaya çalıştım. Genç bir kadın, “Ofis Meydanı’na

gidin, pişman olmazsınız” dedi.

Antalya’da sevdiğimiz bir çok Diyarbakırlı dostumuz var.

Bunlardan biri olan Feyzullah Orak’ı aradık. Evet evet

Konyaaltı Balıkçısı. Sağolsun halletti. Tam gitmek istediğim

merkezde, abartısız ama kaliteli, hem de kış tarifesinde

hesaplı bir otel. Tavsiye ederim Miroğlu Otel.

Otele çantamı bırakıp, fotoğraf makinemi alıp çıkıyorum.

Güzel bir Ortadoğu lezzeti ile akşamı etme amacındayım.

Ama sindirim sistemi sorunlu. Bir marketten 2 adet muz

alıyorum. Anında mideye indiriyorum. Karşımdan gelen

2 kişiye yemek için yer sorduğumda, hemen karşımızdaki

Ciğerci İbo’yu gösteriyor. “Şef Mahsun’a ‘Maho’nun

selamı var’ de. Benim adım Mahmut’tur.” Henüz tam aç

olmadığımı hissedip önümdeki trafiğe kapalı caddeye

dalıyorum. 10 Metre kadar gitmişim, kocaman bir sahlep

kazanı. Gencecik bir çocuk. Savura savura sahlep satıyor.

Evet, bizdeki gibi musluktan akmasını beklemiyor. “Diyarbakır’a

hoş geldin abi. Bu sana ikramdır.” Ben tepetakla.

Kalekapısı’nda önce karides gagalanıp, ardından binlerce

lira fatura kesilen turistler geliyor aklıma.

Cıvıl cıvıl bir cadde. Antalya Toptancı Hal’e gitsem göremeyeceğim

kadar seyyar satıcı tezgahlarında portakal var.

Sahi bi “kan portakal” vardı de mi buralarda unuttuğumuz.

Sadece portakal mı, burada her şey “seyyar” maşallah.

Mekanlara bakıyorum, dolu, çerezcisinde de, tatlıcısında

da, çiğercisinde de kasada kuyruk var.

Biraz ilerde ezan sesi çalıyor kulağıma. Ulucami’de yatsı

vakti. Sağ kulağımda ezan tınıları, sol kulağıma düşen

“Mardin kapı şen olur” tınıları ile iç içe geçiyor. Evet,

solumda bir han var.

Burası bir “kahvehane” evet çay da var. Bir ekip canlı müzik

yapıyor. “ölü müzik” var mı sahi?

“Konya valiyi buldu” derler bizde. Tam aradığımı bulmuşum.

Saatlerce oturabilirim burada. Elazığ yolculuğunun

tüm yorgunluğunu alabilecek bir ortam. Antalya’daki

müzik mekanları için ”Müzikalite düşük, eğlence amaçlı”

diyorlar. Burada en üst perdeden “sanat” amaçlı müzik yapıyorlar.

Son dönemde yaygınlaşan, tercih etmediğim ama

datmaktan kendimi alamadığım bir karışım kahve geliyor.

“Kürt Kahvesi” diyorlar. Eyvallah.Yanında Reyhan şerbeti

ve bir kase çerez.