Hiç yazasım yok.
Yaklaşık 1 aydır Antalya- Burdur sınırındayım. 2011 yılı Haziran ayında
Sarıkamış'ta gördüğüm renk cümbüşünün bir benzerinin tam ortasında kaldım.
Öyle bi keyf anında
sevgili büyüğüm, ablam Gaye Doğanoğlu'nu aradım. Canım biraz kültür, biraz
sanat, biraz doğayı konuşmak istemişti. Valla AB'nin Türkiye İlerleme Raporu
ile ilgili yazı yazmış olmamla ilgisi yoktu.
Son günlerde yaşadığım
bu “renklerin geçiş töreni” ni Gaye Abla özetledi. “Önceki gün Adrasan'daydık.
Sarılar, kırmızılar bitti, şimdi mor çiçeklerin zamanı” dedi.
İşte ben o anda bir
şiire yöneliyorum. Bedri Rahmi Eyuboğlu'ndan...
MOR
Yapraktan yosundan yoncadan
Bahar inceden inceden..
Paris baharı bu, bulanık
Bir kül rengidir tüter nazlı nazlı
Bir kül rengi yorgun argın ılık
Serde ressamlık var azcık.
Bütün gün mor üstüne çalışmışım,
Boğazıma kadar mora gömülmüşüm.
Uzaktan bir akordeon sesi geliyor mosmor
Dilimin acısı kolumun sızısı
Kırk yıllık emektar baş ağrılarım mor
Sen nehri bal rengi Eyfel kulesi mor
Bir yüz morardıkça morarıyor
Kanlıca sırtlarında bir yerde akşam oluyor.
Bütün gün mor üstüne çalışmışım
Mor deyip geçme belâlı renk musibet
Yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar
mor
Menekşenin moru mavzerin moru, kasaturanın
moru
Suya dökülmüş mazotun moru
Neftin moru ziftin moru asfaltın moru
Telgraf tellerinde petekkıranlar
Buğday tarlasında devedikenleri
Karadutun moru, karamuğun moru, kuzgunun
moru
Sıfırın altında çocuk elleri
Elâ gözlere konmuş murdar sineklerin moru
Gözlerimi yumduğum zaman gördüğüm mor
Morun karanlığı karanlığın moru
Yok ölünün körü...
Mor deyip geçme insan misali
Yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar
mor
İnsanların hesabı kimden sorulur bilmem
Ama morların hesabı benden sorulur benden.
Keyifli
bir sohbetin ardından telefonumu kapatıp, öndeki kırmızı gelinciklerin ardından
görünen dağın zirvesinmde erimemekte ısrar eden karları görüyorum.
1987
yılında Kasımpaşa'da askerken, Komutanın Emir Assubayı vardı Seyhan Bey. Şiire
ve Ümit Yaşar Oğuzcan'a olan ilgimi görünce bana Yeni İstanbul Gazetesi'nin
arşivinden kesip biriktirdiği Ümit Yaşar şiir, rubai ve taşlamalrını
getirmişti.
Kendime
bir kopya alıp, o kupürleri de el yapımı kitap haline getirmiştim. O kopyayı
nerde nasıl kaybettiğimi bi hatırlasam...
İşte o
zaman Ümit Yaşar'ın, Antalya'yı ziyaret ettiğini, dönemin Antalya Valisi Nüzhet
Erman ile sohbet ettiklerini de öğrenmiştim.
Hayri-
Şükran Ülsever çifti ile bir sohbetimizde bu süreçten söz ettiğimde, “Denizi
masmavi, dağları karken, güzele ne hacet, Antalya varken” diyen de aynı
validir” cümledini duymuştum.
İntarnet
ile aram çok iyi değil. Arama motorlarınında kaynağa ulaşmayı beceremiyorum.
Yaklaşık 2 saat boyunca Erman'ın o şiirlerini aradım, bulamadım.
Ama
bulduğum şiir de ruh halime iyi geldi.
ANTALYA
Dalgalanan deniz değil
tarihtir,
Eteğinde ormanın, dağın, taşın, kayanın.
Hem zor görmeyene Antalya’yı anlatmak,
Hem övgüye eyvallahı yok Antalya’nın.
Aman
Tanrım! Bu nasıl bir büyü
Anladım cennetteyiz. Ama biz kimiz, neyiz?
Yağmurun çiçeğe, zamanın tarihe döndüğü
Bir güneş, deniz ve kar ülkesindeyiz.