Okuyor, okuyor; dinliyor, dinliyor ve soruyor: "Şimdi ne yapacağız?"  

İki olaydan iki bin söz üretenleri, sayfalarca döktürenleri dinlemekten bıkmıyor. Kitaplardaki olay bilgilerinin, kişi adlarının çokluğundan yakınıyor.

Bir zahmet edip bilgiyi en yakınına iletmeyi, birlikte yollara düşmeyi akıl etmiyor!

Rahatına düşkün mü düşkün! Yalnızca reçeteyi bekliyor, bekliyor; beklemekten de bıkmıyor.

Yazılsa da bir reçete, aldırmıyor; korkusunu içine gömüyor; ekranda sızlanan apoletlilerden--apoletsizlerden medet umuyor.

İşte bu nedenle zor rastlanıyor Ziya'lara.

Karadeniz'de özü-sözü bir olan evvelidendi

O Bahar gününde, Ordu-Gölköy'ün Cihadiye Köyü'ne uğrayan Rana Çoruh aradı; "Burada bir okurunuz var; kitabı satır satır okumuş!" dedi, "Telefonla görüşmek istiyor."

Karadeniz kıyılarıyla Anadolu içlerini ayıran yüksekliklerde kitabı okuyan kişinin varlığı şaşırtıyor; ama sözünü esirgemeden, doğrudan konuya girişi özlenen tutum:

"Bu kitabınız var ya, sivil örümcekli! O yazdıklarınızın evrakı dosyanızda yoksa dünyada yatacak yeriniz de olmaz!"

 Kenttekilerin, kasabalardakilerin çoğu kitabı iki karıştırıp bırakırlar; ama bu Ziya var ya, bu Ziya Yılmaz! Okumuş satır satır kara kitabı, sordukça soruyordu. İşin içine kendi yorumlarını katmadan, aklı başında mahkeme yargıcı gibi kestirmeden, sözü uzatmadan. Sonunda  "Gelirsiniz buralara" dedi, "Şu memleket işlerinin hepsini, neyi nasıl edeceğimizi konuşuruz!"

Günler akıp geçti. Rana Çoruh, "58 Gün" kitabını imzalı götürdü Halaoğlu Ziya'ya. Ziya bu kitabın da her satırını aklına yazdı.

Ne ki zifiri karanlıkla boğuşmaktan başımı alıp gidemedim o dağlara. Sonunda Ankara'ya geldi Ziya; "Beni ona götür" dedi Rana'ya.

Sevindim, son dönemlerde yurdumda pek rastlanmayan yiğit, özü sözüne denk, gevezelikten çok, iş yapmaya niyetli Ziya gelecek diye.

Gelemediler, göremedi Ziya beni, ben de Ziya'yı... Yeğenini ameliyata almışlar. Ziya telaşla Ordu'ya dönmüş. Ayrılırken "Yazın getirirsin artık" demiş,  "Getirirsin köye ve yaylaya..."

Biliyordum, Ziya'nın soracakları birikmişti, benim soracaklarım gibi. Ağız dolusu sövecekti hayınların adını anarak.

Yazılamayanları da soracaktı Ziya. Anlatacaktı yakın gelecekte yapılacak işleri, Karadeniz'in yükseklerinde yakılacak ateşleri...

Soracaktı Ziya; ama soramazdı artık! Gidişinin ardından, 5 Mayıs 2015'de Rana aradı. Sesi hıçkırığıyla boğuluyordu: "Ziya'yı vurdular..."

Boğazımda düğümlenen yangın, göğsümü yırtan öfke

Rana kesik kesik anlatıyordu:

"Köyün delisi vurmuş... tek kurşun girmiş kasığından... yığılıp kalmış ağacın dibine... kanı tükenmiş... Düşmanı da yoktu... Yediden yetmişe herkes severdi onu..."

Ziya'nın anası ağıt yakıp duruyormuş: 

"Araba çarpaydı

Kanser olaydın Ziya'm!

Koca yüreciğin duraydı birden!

Bir delinin kurşununa kurban gittin

Ziya'm bari bir akıllıya vurulaydın!"

Anasının sözlerini öğrenince isyan

Ah Ziya!

Arkanda kalan atlar, koyunlar, evdeki kuzucukların...

Ya ben Ziya, ya ben!

O yayladan Anadolu'ya kimle bakacağım?

Yeniden kurtuluş-kuruluş kavgamızın aslını kimle konuşacağız?

Ah, Ziya! Çare sendeydi Ziya!

Neden geçtin merminin önüne?

Eski türkülere geçesi ölümü seçtin.

Toprağın bol olsun Ziya!

Yayla yeli, ruhunu göklere yükseltsin!

Yağmur ol!

Yere dökül Ziya!

Karanlığı görmezden gelenlere inat sel ol!

Çünkü Ziya, çünkü (...)* Yağmuru kimse durduramaz!

Bir mermi bile!

*Yabancılardan, şeyhlerden, ayetullahlardan, dedelerden, babalardan, karargahını düşmana teslim edenlerden medet umanların sesi kısılınca boşluğu da dolduracağız.

Hoşgadam, 28 Eylül 2019