Çoğu kişiyi bilemem ama her ne kadar içkiyi pek sevmesem, içmesem de; ağzı ile içen, aklı ve bilgisi kadar konuşan ve gülen yüzlerin olduğun rakı masalarını pek severim.

--Aslında Ankara'nın geceleri, gündüzünden daha güzeldir.

--Gündüzleri, ha bire işlerine güçlerine koşturan, zamana karşı yolda, bürolarda, dairelerde yarışan insanlar vardır her yerde.

--Yine öyle bir günün akşamı arkadaşlarla buluşacak, iki tek atacak ve "ne olacak bu memleketin hali" diyecektik.

--Öyle de oldu. Eskiden Ankara-Kızılay-Sakarya Caddesi ve çevresi sokakları Ankara Bürokrasisinin her düzeyde temsilcilerinin, iki tek atıp lafladıkları lokantaları ile ünlüydü.

--Bu günden geriye bakınca, sanki asırlar geçmiş gibi. O zaman sağcısı-solcusu işinden, bürosundan çıkar bir yerlere oturur, bir iki tek de atıp laflarlar, deşarj olurlardı.

--O akşamda masada 68 kuşağından, İTÜ'de okumuş, hatta bir ara "Çiçek Çocuklar"a katılmış bir ağabeyim; Ülkücü kökenli, iktidarın sağ partilerinden birinden bir Milletvekili, yedi-sekiz kişi bir şeyler yiyor ve iki kadeh de parlatıyorduk.

--Güneşin bütün renklerinden siyasiler aynı masada olunca, konuşmalar da, siyasetin kulvarlarında gırgır, şamata ve takılmalar ile savrula savrula ilerliyordu.

--Ülkücü kökenli siyasetçi ile 68'li, solcu ve bir ara da çiçek çocuklara da katılmış ağabeyim, daha önceden tanıştıklarından, bazı ortak yönleri ve anıları vardı.

--Milletvekili, 68'li Ağabeyime biraz da takılmak için "Şu Tibet'e gidişini bir anlatsana" dedi. Biz de ısrar edince:

--O yıllar bütün dünyada Hippi-Çiçek çocuklar pek moda idi; Giyim, kuşam, yaşam tarzları ile.

--Ben de kız arkadaşım ile birlikte Tibet’e "Güneşin doğmayacağı gün"ü görmek, yaşamak üzere bir gurup arkadaş ile Tibet'e gitmeye karar verdik.

--Dalai Lama'nın yaşadığı mağaranın bulunduğu dağa tırmandık ve gece çadırlarımızı da hem Dalai Lama'nın mağarasını hem de güneşin doğmayacağı manzarayı görecek en güzel yere kurduk.

--Gün batmış, gece olmuştu ama sabahı nasıl edecektik ki?

--Neyse, yol yorgunluğu ile uyduk ama şafağın atacağı vakitte uyandık.

--Önce hava bir ağardı. Sonra zifiri bir şafak vakti karanlığı, sonra kızıl bir gökyüzünden sonra güneşin ilk ışıkları göründü. Önce güneş bir karış, bir kulaç, sonra da bir urgan boyu yükselince, herkesten bir uğultu yükselmeye başladı.

--Oysa Dalai Lama, "o gün" için güneşin doğmayacağını söylemişti, herkes de o "doğmayacak güneş"i görmek için oradaydı.

--İlk şaşkınlıktan sonra, herkes birer ikişer mağaranın ağzında toplanmaya, daha sonra da içeri girmeye başlamışlardı.

--O güne kadar her söylediği her şey doğru çıkan Dalai Lama, "o gün güneş doğmayacak" demişti. Ama gördüğünüz gibi güneş, her zamanki gibi doğmuştu.

--"Dalai" engin deniz, "Lama" ise, "bilge" demekti. Bu kadar engin ve sonsuz bilgisi olan bir bilge yanılmazdı.

--Ve içeri ilk girenlerin ardından çığlık ve ağlama sesleri yükselmeye başladı. Sonra toplu bir ağlama ayinine dönüştü kalabalık.

--Evet, "o gün güneş doğmamıştı", ama onun için. Çünkü Dalai Lama ölmüştü.