Hopp ahbap, bu soru da nereden çıktı, Değil
mi? Değil. Bu soru bizde hep var, olmalı da: Ama biz görmezlikten, duymazlıktan
ve anlamamazlıktan geliyoruz, o kadar.
--Olayı kişiselleştirmeden önce, genele bir
bakmak gerek.
--Kişiler öğrenmeyi, öncelikle
ailelerinden, sonra sokaktan, okuldan, iş yerlerinden ve sosyal yaşamdan
öğrenirler.
--Kişi, belki de en meşakkatli (sıkıntılı)
öğrenmeyi, kendi kendine yapar ve yaşar. Oysa bunun dışındakiler için harcaması
gereken caba, sadece o sosyal ve toplumsal yapının içinde yer alması
yeterlidir. Gerisi, kişiye, zaman ve zemine kalır.
--Herkes için bir "eskiden"
tanımı vardır.
--Kimisi için eskiden, taaa evlerin bir
kenarında yer alan ocaklıklara atılan odunların etrafına toplanılmasıdır.
--Kimine göre ise, kestane, patates
pişirilen güzüne sobalı yıllardır. Tabi, şömineli villaların güzüne sobalı
salonları bu tanımlamadan yok sayılarak.
--Evlerin pencerelerine konulan radyolar
ile mahalleli ile türkü, şarkı, ajan(haber) dinlemek anılarda kalsa gerek.
--Masalımsı bir tarzda anlatılan televizyon
öyküleri ise, sanki binlerce yıl öncesinde kalmış gibidir.
--Yok efendim, bir sandık, bir kutu
olacakmış da, içinden bir adam herkes ile konuşacakmış. Tövbe, tövbe ya.
--Mahallelinin "televizyonlu evlere
toplanırdı" konulu anılar ise, zaman olarak sayılabilecek yıllar iken,
algı olarak sanki binlerce yıl öncesinin öyküleriymiş gibi gelir insana.
--Televizyonlar küçüle küçüle cebe sığar,
müzik dinlenilen gramofonlar, plakçalarlar, teypler küçüle küçüle cebinizde zor
bulunan ciplere kadar indi, küçüldü.
--Kocaman aileler, iki, üç olmadı dört
sayılarına;
--Evler, hanlı, hanaylı yapılar iken, iki
göz odaya kadar düştü, dönüştü de dönüştü. En son, nohut oda, bakla sofaya
kadar da gelindi.
--Arabalar mı? Sormayın gitsin.
--O anlı şanlı şavroleler, makaslı yayıla
yayıla giden arabalar mı, onlarda küçüle küçüle cebe sığacak kadar oldular.
--Anlayacağınız, 21 yy girdiğimizden bu
yana her şey küçülüyor. Peki küçülmeyen, hatta büyüyen şeyler yok mu ya?
--Varrr!..
--İnsanlar küçüldü, yalnızlıklar büyüdü.
--İnsanlar küçüldü, acılar büyüdü.
--Ya da her şey küçülürken, hatta sevgi yok
olurken, saatlik "aşkım, aşkım"lar büyüdü, çoğaldı.
--Yalnızlık duygusu herkeste sanki bulaşıcı
bir hastalık oldu çıktı.
--Dün bir toplantı arası yemeli-içmeli bir
oturma yerinde, türbanlısından, mavi-kızıl saçlısına kadar her kafadan insanlar
ile birlikte bir yerde oturduk.
--Kocaman masalarda bir yandan bir bir
şeyler yenilirken, hep birlikte gelindiği belli masalarda insanlar küçülmüş, o
kadar küçülmüş ki, elindeki elektronik aletten, yanındakini görmeyecek kadar,
herkes biri birine küçülmüş. Yok, görünmez olmuş.
--Biri birimize dokunuyoruz ama, farkında
değiliz. Daha doğrusu, biri birimize değiyoruz da, biri birimize dokunamıyoruz.
--Kollarımız, biri birimizin boynunda,
ellerimiz biri birimizin koynunda ama kendimiz hiç oralarda değiliz.
--Ben artık bir şeyin iyi ya da
kötülüğünden önce, oluşan, olan, yaratılan dünyalarda, zamanın bir ruhuna
inanır oldum.
,--Gerçekten de, zamanın bir ruhu var mı?
Bu kavram ilk olarak felsefi bir kavram olarak Hegel gibi filozoflarca ima edilse
de, 18. ve 19 yy 'da dillendirilir olmuştur.
--20.yy 'a bir şey diyemem ama 21.yy'ın ilk
çeyreğini yaşamaya başladığımız bu günlerde de "zamanın bir ruhu"
olabilir ama sanırım o ruh uçmuş, kaçmış gitmiş buralardan, bu dünyadan.
--Bu çağda, bile ruhlar hala kahve
fincanlarına, falcı masalarında aransa da, bence, bu cağın ruhu, kaybolmuş, ya
kaçmış, ya da saklanmış, yok olmuş. Belki de, bir dere kenarında kurbağa olmuş,
o güzel insanların, bir birilerine inanmalarını, biri birlerine sarılmalarını,
sonra da hep birlikte gelip, onu öpmelerini bekliyordur, Kim bilir?
--Ne dersiniz olabilir mi?
--Her şeyi, kişilik ile tanımladığımız bu
modern çağda, zamanı ruh ile tanımlamak ne kadar gerçekçi bilemem ama bir
şeylerin tadı gibi, kişiliği gibi, benliği de kalmamış.
--Aklımız bir karış havada, ne yediğimizin,
ne içtiğimizin, ne sevdiğimizin, ne dokunduğumuzun ne de varlığımızın farkında
değiliz.
--Gelin isterseniz, zamana bir ruh katalım
da, önce kendimize sarılalım. Kendimizin farkında olalım. Sonra da
çevremizdekilerin farkına varalım.
--Biri birimize sanal dokunuşlar, sahte
tavır ve davranışlar yerine, içten, sıcacık, sımsıkı sarılalım.
--Farkında olmayabiliriz ama; insan,
enerjisini insandan,. Sevgiden, Dokunuştan alır. Göz göze olmaktan, gelmekten
alır.
--Dün, o kadar eğitimli, donanımlı
kişilerin olduğu yerde, her şeyi olan, her şeye sahip kişilerin kendilerine,
yanındakilere yabancı, ellerinde ki sanal dünyaya aile olmuş olmalarına bir
üzüldüm.
--Bir üzüldüm ki, sormayın gitsin.
--Atın ellerinizde ki o siz olmayan, sizin
olamayan her şeyi.
--Ne var ise, kim var ise en
yakınınızdakine, dokunun, sarılın.
--Sarılın ki, varlığınızı hissedin. Sarılacak
hiç bir şey, kimse mi yok. O zaman size sarılacak kocaman bir hediye benden.
KENDİNİZE SARILIN.
--Kendinizden daha sevecen, daha iyi, daha
güzel bir şey yok; bir başkasını da kendinizi sevdiğiniz sürece
sevebilirsiniz!...
--Her şeye kendiniz ile başlatın, Başka
yaşanılan, yaşanılacak bir dünya olmadığı gibi, sizden daha değerli bir şey de
yok ki!..