Pazar, haftanın en ilginç günüdür. Hafta için pazartesiden cuma-cumartesiye kadar çalışılır, pazar yatılır gibi. Belki de en çok çalışılan günüdür pazar. Ev işleri, görevinden geri kalan, yapmadığın kendi işlerin, düşlerin ve en önemlisi de kendin ile uğraşma günüdür pazar.

İnsanın en zor işi, kendisi ile uğraşmasıdır. Nereden tutsan bir yanını acıtır, inciltir, yakar. Ne yandıklarının ne de andıklarının haberi vardır; senden, acılarından, dert ve kaygılarından.

Bazen, Nazım Baba gibi boşu boşuna olduğunu gördüğün feryatların olur. 

"Hava kurşun gibi ağır

Bağır, bağır, bağır

Bağırıyorum" 

evet ya Nazım Baba, bize düşen bağır, bağır bağırmak.

Her ne kadar, karanlıklar aydınlığa çıksın diye yana yana kül olsak da, ortalığa bakınca içi acıyor insanın, insanca.

Sabahattin Ali'nin, Sinop Cezaevinden çığlıkları yankılanır hâlâ, 

"Dışarıda mevsim baharmış 

Gezip dolaşanlar varmış

Günler su gibi akarmış

Geçmiyor günler geçmiyor" diyen.

Nazım ise, 1938’de Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi’nden, 

"Bugün pazar.

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldanmadan durdum. 

Sonra saygıyla toprağa oturdum.

Dayadım sırtımı duvara.

Toprak, güneş ve ben.

Ve ben artık hiçbir şeyi hatta seni bile düşünmezken

takıldı birdenbire gözüm birbiri ardınca bozkırın ufkundan sökülüp ağır beyaz yelkenler gibi gelen bulutlara. 

Bu anda bir hatıra : deniz.

Hürriyeti, ışıltısı, kokusu" 

diye bir şeyler fısıldar, kağıt parçacıklarına.

Sanıyorum şairlik, ozanlık değil de, insan olmak, insanca düşünmek, yaşamak zor. Her şey sana acı verecek ve sen umudunu kaybetmeden koşacaksın ilkelerine, ideallerine; ülken, insanın için, insanlık için!..

Bizim ülkemizde, bu yurdun topraklarında bir "okunmuşluk var". Nazım'ı, Sabahattin Ali'yi, Pir Sultanı, Şeyh Bedrettin'i bir başka dert yakarken; canı gibi sevdiği kadın, bir başka ozan Neşet Ertaş'ı da leyla yapan, Leylasıdır. "Yazımı kışa çevirdin/ Karlar yağdı başa Leyla'm/ Viran oldu evim yurdum/ Ne söylesem boşa Leyla'm". diye diye!..

Evet ya insanı, yurt sevgisini, dertleri ozanlardan dinlemek bir başka oluyor. Söz, o kadar ağır oluyor ki benliğini, kimliğini yerle bir ediyor, darma dağıtıyor.

Ozanlar deyince Cemal Süreya'nın 1988'de yayınladığı Sıcak Nal adlı yapıtından, Türkiye siyasi Tarihini özetlediği "Kısa Türkiye Tarihi" başlıklı dizeleri geldi aklıma:

"I. Şelaleye/ Düşmüştür/ Zeytinin dalı;/ Celaliyim/ Celalisin/ Celali.

II. Üç anayasa/ ortasında büyüdün:

Biri akasya/ Biri gül/ Biri zakkum.

III. Türkiye'nin adı,/ Soyadı yasasından beri/ Atatürk adından/ Soyutlanamadı:

1930'lu yıllarda/ Etitürkiye;

1940'lı yıllarda/ Atetürkiye;

1950'li yıllarda/ Uditürkiye;

1960'lı yıllarda/ Ötetürkiye;

1970'li yıllarda/ Atatürkiye;

1980'li yıllarda/ Adıtürkiye;

Mavi yolculuklar var bir de/ O Yunani o güzel yolculuklarda,/ Hemen her zaman:/ Adatürkiye.

IV. O yıllarda ülkemizde/ Çeşitli hükümetlerle/ Yetmiş iki dilden/ İkisi yasaklanmıştı:/ İkincisi Türkçe.

V. Kahvede subay yok,/ Bu nasıl iştir."

 

Hani pazar yan gelip yatma günüydü. Hani pazar, tatildi.

Bu memlekette kedinin dışında neyi, kimi düşünürsen düşün, dertli, yalnız ve acıları dert edinerek ama yarınlarda açacak çiçekler için umut ekerek, sulayarak yaşamaya alışmalısın.

Cemal Süreya bile, “Akasya” dönemi ile, 1924 Anayasası’nı simgeliyor. Evet Melih Gökçek'e kadar Ankara'nın kaldırımlarını bir zamanlar akasya ağaçları süsler idi.

Gülmeyen başa bazen güller taksan gülermiş. O yüzden, “Gül” sözcüğü de, 1961 Anayasası’nın simgesi olarak kullanılmış.

Belki de “Zakkum” adı, zıkkım zehirden geliyordur. 12 Eylül darbesi ile yaşamı zehir eden bir dönemin simgesidir "Zakkum".

Evet ya, bir ülke tarihi şiirlerle ve şairlerle ancak bu kadar özetlenebilir. Umutlar Akasya. Gelecek güzel günler, sevgi gül. Acıların dönemi ve bu günlerin siyasi çimlerinin ekildiği günlerin simgesi de Zakkum.

Akasyalar ile donatacağımız sokaklar, gülleri açtıracağımız balkonlar, pencereler ve bahçelerde buluşmak dileği ile, Nazımca hoşça kalın:

"“İşte geldik gidiyoruz

Hoşçakal kardeşim deniz...

Biraz çakılından aldık biraz da masmavi tuzundan

Sonsuzluğundan da biraz, ışığından da birazcık, birazcık da kederinden. 

Birşeyler anlattın bize/ denizliğin kaderinden

Biraz daha umutluyuz

Biraz daha adam olduk

İşte geldik gidiyoruz

Hoşçakal kardeşim deniz...”