Ne enteresandır şu insanoğlu, doğar; ama kendisinin hiç bir seçeneği olmaz. Büyür, serpilir gelişir, eh işte kendisine bir parça iş düşmeye başlar. Ailesinden, çevresinden ala ala okula kadar gider. Ve sonrası okul. İş. Hep öğrenmedir insanoğlunun yaşamı. İyi-kötü, güzel-çirkin, aç-tok, say say bitmez dağarcığına kattıkları; Bilgi, deneyim. Ve herkesin yaşam öyküsü. İyi, kötü, yaşanmış, yaşanmamış öyküler ile doludur. Bazen seçenekli, bazen seçeneksiz.  İnsan, her şeyden bir şey öğrenir. Doğru olarak, çarpıtılmış olarak en enteresanı da yanış olarak. Evet, yanlış olarak da öğrenir insanoğlu bazı şeyleri.  Biri birini boğazlamasının, savaşmasının her zaman bir açıklaması da yoktur. Sadece işte öyle. Neden diye sormaz, sorgulamaz. İnanır, kanar, aldanır, sever, sayar, ..... v.s.

Bazen doğru olana değil, inanmak istediğine inanır. İşine, kolayına gelir, hatta sever bile ölümüne kadar.  Bunlar, hep insanoğlunun, insanın doğal olarak kendisi için yaptıklarıdır. Oysa insanoğlunun bir de insan olduktan sonra yaptıkları vardır. Bilerek, isteyerek, düşünerek. Ölümüne!..

Tarihinin yazıldığı ilk çağlardan bu yana insanın, başka insanlar için yaptığı öyle muhteşem öyküler vardır ki, bir çoğumuzun haberi bile yoktur. Bu gün herkes için dünyanın yuvarlak olduğunun söylenmesinin bir anlamı yoktur. Sorgulamadan genel bir kabul vardır.

Oysa Kilisenin dünya düzdür savına, söylemine karşı, Galile dünya yuvarlaktır dediği zaman, Aristokratların vicdanları sızlaya sızlaya kendisini giyotinin önünde bulmuştur.

Örneğin Mustafa Kemal ve arkadaşları Osmanlının çöküşünden, emperyalist devletlerin parçalamasından sonra, bir yurt bir ulus yaratma ülküsüne inanmasalardı, bu gün çok farklı şeyleri konuşuyor olurduk. Padişah, Saray ve Şeyhülislamın idam fermanlarına rağmen, haklı için, yurdu için canını feda etmeye hazır olmasalardı, bu gün neler oldu acaba?

İşte asıl mesele burada. İnsanın kendisi için değil de, bir başkası için, eşi dostu, sevdikleri hatta hiç tanımadıkları için bir şeyler yapması, yapmaya çalışması. Saygın tavır budur. İşin enteresan tarafı da siz, kendinizi bir başkasının iyiliği, güzelliği, mutlu ve huzurlu olması için feda ederken, bunu yaptıklarınızın bundan bihaber olmaları ya da bunu yanlış anlamaları. En dramatik durumlardandır. İnsan, hep savaşkan bir varlık değildir. Bazen, hani "işini bilir" dedikleri modu da bilir. Sinsi sini sipere yatıp, sesini çıkarmayarak durumdan fayda bile sağlayabilir. İnsanın değil, insanoğlunun doğasıdır da bu. Şaşmamak gerekir. Çünkü olacak olanalar ne olur ise olsun, kendisini bire bir etkilemez. Ama karşı taraf uzun vadede zarar görecek olsa da, buna göz yummak, sessiz kalmak, faydacı, çıkarcı bir bekleyiş içinde olmak da bir kişilik meselesidir. Hani, bazen sevdiğiniz, saydığınız, önemsediğiniz kişiler için eleştiriler yaparsınız. Oysa olanlara ses çıkarmasanız size hiç bir şey olmaz. Hatta durumdan fayda bile sağlayabilirsiniz. Ama bu insanlık olmaz ki. Pis leş kargaları gibi gördüğünüz ya da öyle sandığınız bazı şeyler hakkında insanları uyarmak, iyi insan olmanı en temel erdemi ve görevidir. İnsanın Ülkesi, arkadaşları, sevdikleri için bedel ödeme pahasına da olsa, gördükleri, inandıkları, doğru saydıkları (öyle olmasa bile) şeyleri taraf/larca paylaşması, onurlu ve erdemli bir insanın yapacağı en muhteşem tavırdır. Ama her neden ise insanlar, eleştirilmekten, yaptıklarının yanlışlığının söylenmesinden pek hoşlanmazlar. Oysa yaşam çok uzundur. Ya doğru ise, atladığım, görmediğim bir şey mi var demek yerine, olayın tarafı olmadığı halde, sırf bizim iyiliğimiz için bir şeyler yapan, söyleyen kişileri hemen topun ağzına koymak kolayımıza neden gelir acaba? Bizleri eleştirerek, bizlere bir şey anlatarak, anlatmaya çalışarak çabalayan, çırpınan insanları değerli kılmayız, ama bizlerin hoşuna gidecek tavır ve davranışları sergileyen, sözleri edenleri de yere göğe sığdırmaz, ne de çok severiz. Neden ise? Birlerinin sinsiliğini gören, bizim iyiliğimiz için çabalayan bu insanlar saf, salak oldukları, ötekiler gibi çıkarcı davranmayı, susmayı bilmedikleri için değil; iyi insan olmanın erdemi ile bizi bir yerlere sürüklenmeden korumak istedikleri için yaparlar bu eleştirileri. Suçlamamız, taşlamamız ve hakaretlerimize rağmen. Ama biz insanoğlu, kişisel olarak, ülkemiz ile ilgili olarak, toplumsal kesimimiz olarak bütün bunları görmezlikten gelmeyi pek severiz. O günkü olanlar belki hoşumuza gider ama yaşam çok uzundur. Kullanılıp atıldığımızı ancak kendimizi çöp kutusunda bulunca anlarız. Ya da her şeyi, eşimizi, dostumuzu hatta Ülkemizi bile kaybettikten sonra. Roma yandıktan sonra, neye yarar?

 

Bir söz vardır çok severim, söyleyenin bazı yerlerde Atina atasözü, bazı yerlerde de Sokrates olduğu yazılıydı: İYİ BİR İNSANI DOST EDİNMEK İSTERSENİZ, ONU ELEŞTİRİN. SIRADAN TANIDIKLARINIZ OLSUN İSTERSENİZ DE, ONU ÖVÜN!..

Aslında Anadolu insanı bu kadar yazılanı iki satırda anlatır.: , "ANLAYANA SİVRİ SİNEK SAZ, ANLAMAYANA DAVUL ZURNA AZ!.." der.

Bütün bu olanlar karşısında kişisel olarak da, toplumsal olarak da, olanları anlamamız için davul-zurna mı bekleyelim?