Gazeteci, yazar Ali Murat Güven Twitter hesabından 29 Aralık 2021'de şöyle yazdı:

"AKEPE'li belediyelerin ülkenin değişik illerinde başlattığı kedi-köpek kıyımı sürüyor. Fakat, birçok bölgeden bana ulaşan haberlere göre, belediyeciler hayvanseverlerin hışmına uğrayıp onlardan dayak yememek için, gayet sinsi bir tavırla, plakasız araçları ve sivil görünümlü elemanlarını salıyorlarmış sahaya...Barınaklara götürüp orada sinsice öldürdüğünüz her kedi ve köpek için bin kez nefret edeceğim sizden..."  

******

63. Cannes Film Festivali’nde yılın en iyi kısa animasyon filmi seçilerek Altın Palmiye ödülü kazanan 15 dakika uzunluğundaki renkli “Barking Island/Chienne d’Histoire/Hundeelend/Hayırsızada” 51. Antalya Film Festivali programına alınmıştı… “Hayırsızada”, Avustralya’daki Melbourne ve Fransa’daki Clermont-Ferrand film festivallerinin programlarında da yer almıştı.

2010 yılı 47. Antalya Film Festivali’nde de “Hayırsızada”nın yönetmeni ve senaryo yazarı Serge Avedikian (1 Aralık 1955 Erivan, Ermenistan doğumlu) Kısa Film Atölyesi de gerçekleştirmiş ve  burada yönetmenle bir söyleşi de yapılmıştı… Serge Avedikian aynı zamanda Antalya Film Festivali Kısa Film Ödüllleri Seçici Kurulu’nda yer almıştı.

Bu yazımızda (ilerleyen satırlarda) “Hayırsızada” filmine konu alan 1910 yılındaki korkunç olayın/ katliamın bir Fransız tanığının çarpıcı izlenimlerini de bulabileceksiniz.

1910 yazında İstanbullara bedava bekçilik ve çöpçülük hizmeti veren 80 bin kadar sahipsiz köpeğin Hayırsızada/ Sivriada’ya atılarak öldürülmesini konu alan korkunç olay Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ağustos 2010 tarihli sayısındaki “1910’da gerçekleşen Büyük Köpek İtlafı” başlıklı kapak konusunda da işlendi.Dergideki makale Irvin Cemil Schick imzasını taşımaktaydı…

 

Osmanlı tarihindeki köpek katliamları ve sürgünleri
Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’da bin kadar köpeğe kıyıldığı, Sultan 1. Ahmed döneminde köpeklerin toplanarak Üsküdar’a sürüldüğü tarihçilerce belirtiliyor.19. yüzyılda İstanbul’da 40 ila 50 bin sokak köpeği olduğu tahmin ediliyor. Bir İngilizi öldüren bu köpeklerden kurtulmak isteyen ilk Padişah 2. Mahmut olmuş ve bunları toplatarak Sivriada’ya yollatmak istemiş. Köpekleri taşıyan tekneler karaya oturunca bu olay Allah’ın bu uygulamaya/ sürgüne karşı çıktığı şeklinde yorumlanmış ve plandan hemen vazgeçilmiş. Sultan Abdülaziz döneminde de tatbik edilmek istenen plandan kentte çıkan büyük yangınlar Allah’ın yeni bir gazabı olarak yorumlanarak bir kez daha vazgeçilmiş. Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in İstanbul seyahatleri öncesinde de (1889 ve 1898) köpek katliamı gündeme gelmiş ve bunu planlayanlar, 2. Abdülhamit ile onun yakını Doktor Spyridon Mavrogenis’yi aşamamışlar. 1902’deyse Hattat Şefik Seyfi Bey’in İstanbul’un köpeklerinin kurbanı olduğu iddiaları da bulunuyor. Köpekleri İstanbul sokaklarında istemeyenler “Avrupa’nın medeni şehirlerinde başıboş, sahipsiz köpek yok. Bizde de öyle olmalı,” fikrini bıkmadan usanmadan savunmuşlar. Bu azılı köpek düşmanlarının amaçlarına ulaştıkları yılsa 1910 olmuş.

 

Önce köpeklere sonra insanlara kıyıldı
Sivriada Köpek Katliamı’nın olduğu yıl (1910)  ”1909’da tahttan indirilen 2. Abdülhamit avlarda ateşli silah kullanmayı yasakladığı için, o tarihten sonra İstanbul’da yunus balıklarının sayısının arttığını” yazan Henri Bertrand Bareilles 1918’deyse şunları yazmıştır: “İttihat ve Terakki hükümetinin köpek katliamı ilerideki insan kıyımlarına bir ön hazırlık, bir prova niteliğindeydi.”

 

Kötü yönetim üç milyon insanın canına mal oldu
Yeniçerilerileri ortadan kaldıran, onları salkım saçak ağaçlara astıran Padişah 2. Mahmut’un bir İngiliz vatandaşını öldürdükleri için planladığı ancak İstanbullulardan gelen yoğun tepkiler üzerine  vazgeçtiği sokakların köpeklerden arındırılması planını gerçekleştiren İttihat ve Terakki hükümeti 1914-1918 arasında Osmanlı’yı  Almanya’nın güdümünde Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyerek imparatorluk nüfusundan üç milyon insanın ölümüne neden olmuştur.

1910  Sivriada/ Hayırsızada köpek katliamı’nın Fransız tanığı Robert Gillon
Ekim 1975 tarihli Hayat Tarih Mecmuası’nda “Sürgün Köpekler” başlığıyla 1910 yaz aylarında Sivriada köpek katliamını gören Fransız yazar Robert Gillon’un tanıklığı Eser Tutel’in çevirisiyle yayınlanmıştı…İşte bu yazıdan bazı çarpıcı bölümleri aşağıda bulabilirsiniz:

Hayat Tarih Mecmuası’ndan “Sürgün Köpekler” makalesi:
”İstanbul’un, sihirli güzelliğinin bütün ihtişamıyla gözler önüne serildiği bir akşam vakti rıhtıma ayak basarken, Galata’daki köpeklerden hiçbirinin ortalıkta görünmediğini fark ederek şaşırdık. Batı’da yayınlanan gazetelerden, yeni Jön Türk rejiminin, şehrin sokaklarının görünüşünü değiştirdiğini, bu arada sokakları dolduran binlerce köpeğin Marmara’daki ıssız adalardan birine atıldığını okumuştuk. (…) Son olarak üç yıl önceki ziyaretimde bakışları insanın kalbine işleyen bu yaratıkların binlercesini görmüş, bu zavallı yaratıkların adeta şehrin bir parçası olduğuna inanmıştım.

Ama gerçek şuydu ki, yanılmıştık. Köpeklerin takibi, Narlıkapı, Yedikule gibi eski semtlerde gerektiği şekilde yapılamadığından ertesi gün daracık eski sokaklarda dolaşırken az köpekle karşılaşmadık. Öte yandan, Eğrikapı ve Tekfur Sarayı’ndan Haliç’e inerken de pek çok köpeğe rastladık.

Nuruosmaniye camiinin yakınındaki Tokatlıyan’da öğle yemeğimizi yerken, dostlarımızla İstanbul’daki değişikliklerden bahsediyorduk. Derken söz köpeklerden açıldı.

Masamızdaki dostlardan biri:

“Onların hepsini Sivriada’ya attılar,” dedi. “Sivriada,Hayırsızadalardan biridir, her tarafı baştanbaşa kayalıktır, bu yüzden yeni misafirlerine hiçbir hayat hakkı tanımaz. Sizi Bursa’ya giderken Mudanya’ya götürecek olan gemi, o adaların açığından geçirecektir. Yanınıza kuvvetli dürbünler alın, belki şansınız yaver gider, uzaktan köpeklerin birkaçını görebilirsiniz.”

(…) O akşam Perapalas Oteli’nin salonundaki koltukta, Fransızca resimli mecmuanın sayfalarını karıştırıyordum. Bir adanın kıyısındaki kayalıklarda ufukları gözleyen bir sürü köpek resmiyle karşılaşmayayım mı? Mecmuanın muhabiri, ömründe bu taraflara gelmemiş olacak ki, resmin altına öylesine uydurma, öylesine gerçekten uzak satırlar yazmıştı ki gülümsemekten kendimi alamadım. Tarifine göre köpek dolu bu adalar, Yunanistan açıklarında, Ege denizinin güneyinde bir yerdeydi.

(…) Cuma günü kararlaştırdığımız saatte buluştuk. Bizi Sivriada’ya götürecek istimbotun adı Photica’ydı, sahibi de Rum’du.

(…) Bir saate yakın bir süredir yol alıyorduk. Artık Sivriada iyice şekillenmeye başlamıştı. (…) Tepesi sivri mi sivri, bir kocaman kayalıktı Sivriada. Üzerinde tek bir yeşillik görünmüyordu. (…) Uzakta Büyükada, mor bir dağ biçiminde yükseliyordu. Uludağ ise çok uzaklarda, bulutlar arasında gizlenmişti.

Çok geçmeden Sivriada’nın burunlarından birinin açığından geçtik. O anda da köpek havlamaları duyulmaya başladı. Yüz değil, bin değil, sayılamayacak kadar çoktular! Kıyıdaki çakıllı kumsal üzerinde birbirlerini ezercesine itişip kakışarak koşuşuyorlar, etlerinden et kopartılıyormuş gibi havlıyor, uluyor, haykırıyorlardı!

Az sonra rüzgarla birlikte burnumuza dayanılması imkansız pis bir koku geldi. Daha doğrusu kendimizi bu kokunun içinde bulduk. Kitleler halinde ölen köpeklerin kokuşmaya başlayan cesetlerinin kokusuydu bu! Dediklerine göre adada bekçiler vardı ve bu köpeklerle bir arada yaşıyorlardı. Adamlar ölen köpekleri kireç kuyularına atıyorlardı, ama yine de bu pis kokuya engel olunamıyordu.

(…) Dostum anlatıyor, bizlere bilgi veriyordu. Söylediğine göre, köpekler adaya çıkar çıkmaz, bir tatlı su kuyusu keşfetmişler ve hep birlikte kuyuya atlamışlardı. Bu öylesine ani olmuş ve o kadar çok köpek kuyuya atlamıştı ki, kısa zamanda kuyu köpeklerle dolmuş, hiçbiri kuyudan çıkamamış, sonunda bağıra bağıra ölmüşlerdi!

İstimbotumuz, kıyıya fazla yaklaşmadan çevresinde dönüyordu. Yüzlerce, binlerce köpek havlayarak bize bakıyordu. (…) Koşuyor, atlıyor, havlıyor, kendilerini kurtarmamız için adeta yalvarıyorlardı.

Bir ara garip bir şey oldu. Köpeklerden biri cesaretle denize atlayarak bize doğru yüzmeye başladı. Biz de bu cesaretini, onu istimbota almakla mükafatlandırdık. Ona teneke bir kap içinde biraz su verdik. Haftalardan beri kireçli sudan başkasını içmemiş olan zavallı hayvan, verdiğimiz suyu kana kana içti. Onu gören bir başkası da bulunduğu kayalıktan kendini denize attıysa da bize kadar yüzemedi. Buralarda sular çok kuvvetliydi, akıntıyla birlikte sürüklendi, gitti.

Artık bu çevrede daha fazla kalamazdık. (…) Zavallı hayvanları kaderleriyle baş başa bırakarak oradan ayrıldık. Köpekler, şehirden her gün kendilerine yiyecek getiren tekneyi saymazsanız, kim bilir bir daha ne kadar zaman sonra insan yüzü göreceklerdi.”

Ellerimiz kırılsaydı da dört ayaklı belediyelere kıymasaydık!
Cannes Festivali ödüllü “Hayırsızada” adlı kısa animasyon film ve “Sesim Rüzgara” belgesel film Avrupalılaşmak, Batılılaşmak, Çağdaşlaşmak uğruna 1910 yılında sokak köpeklerimize nasıl kıydığımızı tüm dünyaya duyurdu!

 

Hayırsızada katliamı’ndan 80 Yıl önceki köpek katliamı girişimi
1910’dan tam 80 yıl önce de İstanbul köpeklerinin başı beladaydı. Önce o yılın olaylarına bakalım: Petrograd Büyükelçiliği’nden dönen Padişah’ın damadı Müşir Halil Paşa “Avrupa’ya benzemezsek Asya’ya çekilmeye mecburuz,” demişti. Aynı yıl Yunanistan bağımsız devlet olmuştu. Yine 1830’da güneş batmayan imparatorluk İngiltere’nin yeni hedefi İstanbul’un zavallı köpekleriydi…İngiltere o dönemde karşı konulması mümkün olmayan bir devletti; Fransa İmparatoru ve o dönemin Adolf Hitler’i sayılabilecek Napoleon Bonapart’ı (yakın zamanda saçının telindeki kalıntılar incelenerek İngilizlerce sürgün edildiği adada yavaş yavaş zehirlenerek öldürüldüğü anlaşılan) bile,  9 yıl önce (1821’de) öteki dünyaya yollamışlardı…

Napoleon Bonapart’a gücü yeten İngiltere’nin gücü İstanbullu köpekseverlere yetmedi
Niyazi Ahmet Banoğlu’nun Ekim 1952’de Yeni İnci Dergisi’ndeki “Adaların İç yüzü” adlı yazısından öğrendiğimize göre 1830’da İstanbul köpeklerinden biri bir İngiliz vatandaşına saldırınca (Banoğlu’na göre İngiliz ölmemiş ve saldırıdan ucuz kurtulmuştu) İngiliz devleti İstanbul sokaklarının köpeklerden arındırılmasını Padişah 2. Mahmut’tan istedi. Padişah da dönemin en güçlü devletinin isteğini yerine getirmek için bir ferman yayınladı. Bu ferman üzerine binlerce köpek İstanbul sokaklarından toplanarak Hayırsızada’ya atıldı. Ancak o dönemde köpeklerinden ayrılmak istemeyen İstanbul halkının bu itlafa tepkisi o kadar güçlü oldu ki, Padişah ikinci bir ferman yayınlayarak köpeklerin adadan alınarak İstanbul sokaklarına bırakılmasını sağladı.

Bir zamanlar Yeditepe Üniversitesi’nde görev yapan akademisyen Catherine Pinguet “İstanbul’un Köpekleri” (Yapı Kredi Yayınları) adlı kitabında bu olayı ve yılını farklı anlatır. “İstanbul’un Köpekleri” adlı kitaba göre, 1828’de bir İngiliz vatandaşı İstanbul köpeklerinin kurbanı olarak hayatını kaybetmiştir; köpeklerin savunucularıysa İngiliz’in sarhoş olduğunu ve köpeklere taş attığını söylemiştir. Bu kitaba göre, İngiltere’nin isteğine boyun eğen ve köpeklerin yok edilmesi emrini veren Padişah 2. Mahmut, o sıralarda Osmanlı ordusu Rus ordusuna yenilince, bu yenilgiyi köpeklerin katledilmesi emrine Allah’ın bir karşılığı olarak algılayan/değerlendiren halkın isyan etmemesi için eski emrini iptal edip yeni bir emir yayınlayarak köpekleri adadan geri getirtti.

 

2010’da OSCAR ve Cannes ödüllerinde hayvanlardan özür dilendi
7 Mart 2010’da Akademi üyeleri Yunus katliamını konu alan “The Cove-Koy” adlı belgeseli (92 dakika uzunluğunda; yönetmeni: Louie Psihoyos) Oscar ödülüne, 23 Mayıs 2010’da Cannes Film Festivali Seçici Kurulu da 1910 Sivriada köpek katliamını konu alan  “Chienne d’histoire /Barking Island-Tarihin Köpeği/Hayırsızada” adlı  animasyonu (15 dakika uzunluğunda; yönetmeni 1 Aralık 1955 Erivan, Ermenistan doğumlu Serge Avedikian) en iyi kısa film ödülüne layık bularak  günümüzdeki ve tarihteki hayvan katliamlarına karşı bir duruş sergiledi.

“Koy”, “Flipper” adlı TV fenomeninin, tüm dünyada Yunus hapishanelerine yol açmasını (ne yazık ki Türkiye’de de bunlardan var) ve Yunus ticaretinin katliam kelimesinin yetersiz kaldığı avlara neden olmasını en çarpıcı şekilde beyazperdeye yansıttı.

NTV Yeşil Ekran’ın sunduğu “Koy” 2010’da İstanbul’daki Cinebonus Kanyon Sinemaları’nda gösterime sunulurken, yönetmen-oyuncu Serge Avedikian’ın “Hayırsızada” adlı kısa animasyon filmi, Türkiye’de ilk kez  15 Nisan 2010 Perşembe akşamı Cezayir Restoran’ın üst katında gösterilmiş ve gösterimden sonra burada yönetmen Serge Avedikian’la bir söyleşi gerçekleştirilmişti.

 

 “Hayırsızada”, DOCUMENTARIST Festivali kapsamında da,  24 Haziran 2010’da Beyoğlu’ndaki Hollanda Konsolosluğu’nda ve 25 Haziran 2010’da da Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi Oditoryumu’nda kısa film severlere ulaştı.

“Sesim Rüzgara”, “Koy” ve “Hayırsızada” hayvan severlerin baş ucu filmleri olmaya aday
Uluslararası herhangi bir ödüle layık bulunmasa da “Sesim Rüzgara” adlı belgesel de (37 dakika uzunluğunda; yönetmeni: Emre Sarıkuş) ödüllü filmler “Koy” ve “Hayırsızada”yla birlikte aynı misyonun yeni bir halkası niteliğini taşıyor.

”Hayırsızada” gibi 1910 Sivriada köpek katliamını konu alan “Sesim Rüzgara”da Pera Müzesi Oditoryumu’ndaki ilk gösteriminden (27 Ocak 2010) sonra yine aynı yerde Haziran 2010’da gösterilme olanağı buldu.

Anadolu Kültür (Osman Kavala) ve Sacrebleu Productions (Ron Dyens) ortak yapımı olan  “Hayırsızada”nın yönetmeni Serge Avedikian Cannes’daki ödül konuşmasında bir zamanlar Bursa’nın bir köyünde yaşayan dedesini de anmıştı. Avedikian İstanbul’un köpekleri üzerine bir belgesel de hazırlıyor.

“Hayırsızada”nın yapımcısı ve Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’nın açıklaması:
“Hayırsızada filmi sadece 1910 yılında İstanbul sokak köpeklerinin başına gelen,  beklemedikleri, hak etmedikleri ve sağ kurtulma imkânları olmayan bir zulmü anlatmıyor.

Dünyayı ve sokaklarımızı, sayıları çok azalsa da, başka canlılarla paylaşıyoruz ve “Dünyanın hakimi biziz, biz ne istersek o olur” anlayışı hala egemen. Bu tavrı sorgulayan Serge Avedikian’ın gerçekleştirdiği animasyon filmine katkıda bulunmuş olmaktan büyük mutluluk duyuyoruz.

1910’dan günümüze İstanbul sokak köpekleri
İstanbul sokak köpeklerinin hikayesi Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine kadar Türkiye’deki modernleşmenin de hikayesi aynı zamanda. Chateaubriand, Lamartine ve Gérard de Nerval gibi 19. yüzyılda yaşayan pek çok Avrupalı seyyah ve yazarın İstanbul’da dikkatini çeken en önemli özelliklerden biri sokak köpekleri ve kent sakinlerinin onlarla kurdukları benzersiz ilişkilerdi. Osmanlı halkının sokak hayvanlarına gösterdikleri yakınlığı, sevgiyi, şefkati ve merhameti Batılı gezginler şaşkınlık ve hayranlıkla izliyorlardı. İstanbul’un tüm mahallelerinde insanları koruyan, semte giren yabancıları ya da çıkan yangınları haber veren ve tarihçi Ekrem Işın’ın “Dört ayaklı belediye” olarak adlandırdığı sokak köpekleri yaşıyordu.

Osmanlı İstanbul’unda köpeklerle kurulan yakın ilişki sadece yararlılık, onlardan faydalanma temelinde değildi. Kent sakinlerinin büyük kısmı sokak hayvanlarına gerçek bir sevgi besliyor, kimileri için ise kurdukları gönül bağı temelini dini inançlarından alıyordu.

Bu bir arada yaşama kültürü, 1910 yılında İstanbul sokak köpeklerinin Hayırsızada’ya sürülmeleri ve ölüme terk edilmeleriyle çok ciddi bir darbe almıştır.

 

Son bir not:
Yunusların insanları eğlendirmeye zorlandığı Sea World (Avustralya’da faaliyet gösteriyor) adlı tesiste bir Yunusun bir deniz kaplumbağasını insanlardan korumak için güç kullandığı gözlemlenmiştir. Yunusları anlayabilmemiz için bu olay üzerine epey kafa yormamız gerekiyor.