Antalyamızın değerli sanatçılarından, düşün insanı Gazanfer Eryüksel ile etraflıca bir sohbet gerçekleştirdik.Eryüksel, sohbetimizde sosyolojiden, ekonomiye, felsefeden ve sanata kader bir çok konuda görüşlerini aktardı.
ÇİFT AKINTILI BİR ETKİLEŞİM
-Ziya Nur
SEZEN: Müzikle, şiirle ve toplumsal tüm faaliyetlerle yakından ilgilenen
ve bu olgulara sosyolojik ve felsefi açıdan yaklaşan bir kişisiniz. Aynı
zamanda sanat eleştirmenliği yapıyorsunuz. Sosyal yapının gittiği yola bakarak,
ülke sanatının gittiği yönü bize anlatabilir misiniz?
-Gazanfer
ERYÜKSEL: Sorunuza yanıt vermeden önce kullandığınız bir ifadeye açıklık
getirmek istiyorum. “Sanat Eleştirmenliği”… Kendimi eleştirmen olarak
görmüyorum. Hani yüksek sesle düşünmek derler ya, ben fakir de yazarak
düşünmeye çalışan bir yurttaşım. Yazının sözden farkı daha geniş bir kesime
ulaşma ihtimali… Eleştirmenlik bence başka bir boyut. Meraklısı için “Hâlini ve
haddini bilmek” adlı yazımı öneririm.Gelelim sorunuzun yanıtına. Kanla,
irfanla, devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti küresel çetelerin (Emperyalizm ve
Siyonizm) her dönemde saldırısı altında olmuştur. Bu saldırı açık, yarı açık
kapalı bir şekilde süregelmiştir. Okurların “ülkede sanatın gidişini sordu bu
da ne?” sorularını duyar gibiyim. Hâlbuki yaşanan her olgu sebep-sonuç ilişkisi
bağlamında karşılıklı etkileşim içindedir. Hayat ve sanat arasında aşağıdan
yukarıya ve yukarıdan aşağıya çift akıntılı bir etkileşim vardır. İşte bu
bağlamda sanatın geldiği noktayı anlamak ve anlatmak için, Türkiye’yi anlamak
ve bu bütünsellik içinde sanatın nerede olduğunu algılamak zorundayız.
KÂĞIT VE
SANDIK DEMOKRASİSİ
İşte sözlerimin ışığında İsmail Hakkı Tonguç’un bir ifadesini
hatırlatmak istiyorum. “Demokrasinin iki çeşidi vardı. Biri zor ve gerçek
olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı… Topraksızı topraklandırmadan, işçinin
durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz
birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek
demokrasidir.İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin
bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir
sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu
oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz demokrasinin
kolayını seçtik, çok şeyler göreceğiz daha…”1946’dan sonra Türkiye’ye dayatılan
Tonguç’un ifade ettiği kolay demokrasidir. Bir diğer deyişle demokrasi
müsameresi. Bu noktada kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözünü
hatırlatmak istiyorum. "Türkiye'nin bugünkü
mücadelesi yalnız kendi adı ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı
olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli bir gayret sarf ediyor.
Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin ve bütün Doğu'nun
davasıdır."Yani emperyalizme karşı insanlık tarihinde ilk ve büyük zaferi
kazanan Türkiye’nin hangi sebepten hedefe oturtulduğu özetlemiş olduk.
AYDINLARIMIZ OLACAKLARI GÖRMÜŞTÜ!
Bu bağlamda bazı aydınlar ve sanatçılar,
yaşananların ülkeyi nereye sürükleyeceğini görmüş, söylemiş ve yazmışlardır.
Aydınlara örnek, Uğur Mumcu’dur, Aziz Nesin’dir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı,
Necip Hablemitoğlu…
Türkiye’nin yarı sömürge ve sömürgeleştirilme
sürecinde, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 iki önemli kırılma noktasıdır
ülkemizin. Tevellütten mütevellit her iki darbenin de tanığı olan bir aydın
olarak, sohbetlerde “12’nin hem baharın, hem hazanın görmüşüz” diye gönderme
yaparım yaşadıklarımıza.
12 Eylül 1980, bugün içinde
bulunduğumuz durumun yolunu genişleten bir hamleydi, ABD’nin “Bizim çocukları
kazandı” diye ifade ettiği.Sanat ve sanatçının duruşu tarih boyunca her dönemde
toplumun ileriye doğru gelişmesiyle ilişkili olmuştur. Atatürk’ün “Sanatçı
ışığı alnında ilk hissedendir” dediği gibi. 12 Eylül’den sonra toplumcu bakış,
halkın çıkarlarını öne alan, toplumsal gelişimi kitlelere anlatan bir aydın ve
sanatçı yerine, sistemin değirmenine su taşıyan bir aydın ve ithal bunalımlar
takılan sanat öne çıkarılmış ve desteklenmiştir. Meraklısı için
“Elmanın kurduda kendinden be usta” adlı yazımı öneririm.
EDEBİYATIN ER MEYDANI DERGİLERDİR
Amerikancı Karşıdevrim Projesi’ne (AKP) işte bu
yollardan geçerek geldi Türkiye. ANAP bir ara istasyondu. Sanatın, ama
özellikle edebiyatın er meydanı dergilerdir. 1980 öncesi şimdiki gibi
internetin olmadığı o dönemde dergilerin önem ve değerini genç kuşaklara nasıl
anlatırız acaba? Her dergi bir tartışma platformuydu. Sanatın yolculuğu
dergilerde başlardı. Ben fakir ilkokul yıllarında Doğan Kardeş çocuk dergisiyle
tanıştım dergi okurluğuyla. Bugün geldiğimiz noktada aydınlarımızın ve
sanatçılarımızın üzerine düşen sorumluluk her zamankinden büyüktür. Doğanın bir
parçası olan insanı, toplumu ve dünyamızda hareketle evreni anlamak ve
insanımıza anlatmak gerekiyor. Ülkede yaşanan çöküntü kaçınılmaz olarak her
alanı etkilediği gibi sanat dünyamızı da etkilemiştir. Ancak geldiğimiz bu
noktadan çıkış Cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönüş ile mümkündür. Muhtaç
olduğumuz ışık ise Atatürk’ün sadece bize değil tüm insanlığa gösterdiği
yoldur.
YÖRÜKLERİN
BAŞKENTİ ANTALYA
Ziya Nur
Sezen:Biraz da kentimizden, kentimizin sanatsal yapısından konuşalım. Antalya
ölçeğinde sanat kurumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterli sayıda sanat
kurumu var mı? Varsa yeterli çalışmalar yapıyorlar mı? Sanatın gelişimine,
sanatçıların özgürce kendilerini ifade etmelerine olanak sağlıyor mu bu
kurumlar?
Gazanfer
ERYÜKSEL:Bir kente; kent-ülke-dünya ölçeğinde iç ve dış dinamiklerin
karşılıklı etkileşimiyle bakmak zorundayız. Antalya, Osmanlı döneminde
Elmalı’nın merkez olduğu bir yapıdır. Bugün merkez olan yer önce kısmen
ticaretin olduğu bir balıkçı kasabasıdır. Kapitalizmin Osmanlıyla ilişkileri
yoğunlaşınca liman olarak öne çıkar. Ancak asıl gelişmesi Cumhuriyet döneminde
1924’de mübadele ile oluşan nüfustur. Demografik yapıda değişim. Bu arada
Antalya’nın bir sıfatı da yörüklerin başkenti olmasıdır. Yani kıyı ile yayla ve
dağlar arasındaki çift akıntılı ekonomi. Ve doğal olarak tarım. Cumhuriyet
döneminde tarıma dayalı bir sanayileşme olgusu ile kendi iç dinamiklerini geliştiren
bir kenttir Antalya. 1980’den sonra turizm sektörünün Antalya’ya gelişi zahiren
büyümeyi ama sosyokültürel anlamda ise şişmeyi getirir. Malum şişme sağlıklı
bir işaret değildir. Turizmde artan yatırım şehre dış göçü hızlandırır. Bugün
Antalya’da Antalya kökenli nüfus %3-4 mertebesindedir.
MUSİKİ
CANA ŞİFA, RUHA GIDADIR
Bu genel girişten sonra sanata bakalım. Bence musiki bir kentin
sosyolojisini anlamada turnusol kâğıdıdır. Bu ölçütle bakarsak kentte ilk koro
çalışması Gültekin Çeki’nin Endüstri Meslek Lisesi’nde beden eğitimi
öğretmeniyken kurduğu halk müziği topluluğudur. Kentte ilk musiki derneği 1986 yılında
kurulan Antalya Musiki Derneğidir. Bir dönem derneğin korosunu çalıştıran Mustafa
Cengiz derneğin 12 Eylül 1980’in yaralarını sarmak için kurulduğunu
söylemiştir. Günümüzde bu derneğin faaliyetleri yanında kentte 84 adet amatör
korunun varlığından söz edilmektedir. Bu yapı kentin aldığı iç göçlerle bir
anlamda emekliler şehri olmasının ve ülke genelinde yaşanan sosyalleşmenin bir
ifadesidir. Çünkü müzik yan tesiri olmayan tek ilaçtır. Sohbetlerde bu durumu
“musiki cana şifa, ruha gıdadır” diye özetliyorum. Özellikle emeklilerin hoş
bir uğraş olmaktadır. Bu durumu koroların konser fotoğraflarına bakarak görmek
mümkündür. Yaş ortalaması hayli yüksektir. Bilindiği üzere hobi denilen boş
vakit uğraşlarının en önemli alt başlığı çeşitli sanat dallarıdır. Resim, müzik
başta olmak üzere ahşap boyama vb. Bu durumda musiki ve resim amaç olmaktan
çıkmış bir araca dönüşmüştür. Bu görüntü salt Antalya için değil ülke geneli
için sosyokültürel bir gerçekliktir. Kentte Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve
Balesi, Devlet Senfoni Orkestrasının olması nüfusu bir milyonu geçen bir için
şans olarak görülmelidir. Ancak gördükleri ilgi umulan ölçüde midir, sorununa iyimser
bir cevap bulmak zordur. Doluluk oranlarını nüfusa oranlarsanız çıkan sayı
hoşunuza gitmeyecektir. Ancak bu sonuç ülkenin kitap okuma sayıları gibidir.
SANATÇI
OLMANIN BEDELİ VARDIR
Gelelim Büyükşehir Belediyesi’ne. 1994’den beri Antalya Büyükşehir
Belediyesi statüsündedir. Geçen zaman içinde belediye bünyesinde konservatuar
dışında kurumsal bir yapı yoktur. Belediye konservatuarları da kurs seviyesinde
eğitim verilen yerlerdir.Ülke genelinde diğer büyükşehir belediyeleri ile
karşılaştırırsanız kentin ne ödenekli bir tiyatrosu, ne de Klasik Türk Müziği
ve Halk Müziği icra heyetlerinin olmadığını görürsünüz. Yöneten ve yönetilen
ilişkisi ölçeğinde bu gerçekliği nasıl yorumlasak acaba diye düşünürsünüz ister
istemez. İşte şehrin yöneten yönetilen ilişkisindeki sosyokültürel düzey.
Büyüme ve şişme arasındaki boyut. Türkiye’nin geldiği veya getirildiği son
noktada yeni bir yayıncı türü oluşmuştur. İsteyene kitabını basan ve paketleyip
kucağına bırakan bir ticaret. Yayıncı için kârın kardeşi zarar diye bir ihtimal
yoktur. Gelen kitap basım talebini içeren bilgisayar ortamında yazılmış
dosyanın dizgisini yapmak ve CD’yi matbaaya göndermek, bir de kapak tasarımı…
Bu gelişmeye ben “bas parayı al kitabı” dönemi diyorum. Bu gelişme ülkede
basılan kitap sayısını arttırma ve birilerine kolay para kazandırma dışında bir
faydası yoktur.Hep söylüyor ve yazıyorum. Yazı yazmakla yazar; şiir yazmakla
şair; resim yapmakla ressam; şarkı, türkü söylemekle ses sanatkârı olunmaz.
Sanatçı olmanın maddi ve manevi bedeli vardır. O bedeli ödersiniz ama size
teslimat garantisi yoktur. Örnek; kökü Osmanlı döneminde Sanayii Nefise
Mektebine dayanan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi vardı. 19081’den sonra Mimar
Sinan Üniversitesi oldu. Bu okulda eğitim alan, resim bölümünü bitiren kaç kişi
ressam olmuştur acaba? Büyük bir çoğunluk resim öğretmeni olarak emeli
olmuştur. Belediyenin resim kurusuna birkaç ay giderek ressam-sanatçı olunamaz.
Meşguliyetle tedavi ile sanatçı olmayı birbirine karıştırmak kavram
kargaşasından başka bir şey değildir. Şu anda “Ne yani sen bu çalışmalara karşı
mısın?” sorularını duyar gibiyim. Asla karşı değilim. Keşke daha da çok olsa.
Ama buraya gelen kursiyerlere yapılan işin, bir hobi uğraşı olduğu
anlatılmalıdır.
ANTALYA
DENİNCE KARŞIMIZA ELMALI ÇIKAR!
Ziya Nur
Sezen:İstanbul’da sanat ve yazın yaşamınıza başladınız, daha sonra
Antalya’ya yerleştiniz. Ama arada bir de 12 yıl süren Çorum var. Oralardaki
sanat yaşamı ile Antalya’yı kıyaslamak mümkün mü sizce? İstanbul gibi olabilmek
için nelerin yerine getirilmesi gerek bu kentte?
Gazanfer
ERYÜKSEL: İstanbul bir dünya başkenti. Napolyon “Dünya bir ülke olsaydı
başkenti İstanbul olurdu” diyor. Bize ilkokulda bir şey öğretmişlerdi, elmalar
ile armutlar toplanmaz diye. Bu ifadeden
yola çıkarak İstanbul ile Antalya’yı veya bir başka kentimizi karşılaştırmak
istemem. Her kent kendi dinamikleri içinde değerlendirilmeli diye düşünüyorum.
Ayrıca günümüzde insan üzerimize bir ağ gibi atılan internet ve medya eliyle
tek tipleşti. Aynı şeyleri yiyen, aynı şeyleri giyen, aynı şeyleri beğenen,
aynı çakma gündeme sazan balığı olan bir dünyada yaşıyoruz. Her şeye karşın
hâlâ gülü gülle tartan birilerinin kaldığını düşünüyorum. İstanbul ile
Antalya’yı birlikte tartmak sizce de iki şehrimize haksızlık olmaz mı?Antalya’ya
yeni geldiğim yıllarda, 2005-2006’da yani, yayıncı bir arkadaş Antalyalı
şairler antolojisi yapacağını söylerdi. Ben de ona “Cumhuriyet dönemindeki
birkaç şairle incecik bir kitap olur” dedim ve ekledim, “Yarın size 14.
Yüzyıldan Günümüze Çorumlu Şairler Antolojisi’ni getireyim” dedim. Yüzünü
ekşiterek baktı. Ertesi gün antolojiyi götürdüğümde ise pek şaşırmıştı. Ben de
“Antalyalı şairler antolojisine Elmalı’dan başlayıp, el yazması eserleri
taramak lazım” der demez de “Kim uğraşacak o işle” dedi ve konu kapandı. İşte
bu noktada Antalya denince karşımıza yine Elmalı çıkmaktadır. Bu çalışma umarım
Akdeniz Üniversitesi ve Elmalı Belediyesi’nin ortak çabasıyla yapılır. Ziya Nur SEZEN Söyleşi