Rahmetli babam derdi ki “Oğlum biz tabip kıymeti bilmeyiz. Özellikle halk sağlığı doktorlarının pek kıymeti yoktur. Çünkü onlar daha önceden tedbir alarak hastalık yayılmadan önce salgını önlerler. Aileden kimseye bir şey olmayınca hayat aynen devam edince takdir edilecek bir şey de olmaz. Ancak salgın gelir, aynı aileden birini öldürür; diğerlerini doktor kurtarırsa dünyanın en büyük adamı olarak kabul ederiz”…

Bunu İsmet İnönü’nün bizi ikinci dünya harbine sokmaması nedeniyle söylerdi ve “Eğer harbe girseydik, biz kim bilir hangi cephede ölmüş olurduk, siz de doğmamış olurdunuz” derdi. Neyse konumuz bu değil…

Koronavirüs salgını nedeniyle son zamanlarda sürekli bu sözler aklıma takılıyor. İlkokuldan itibaren çiçek aşısı, verem aşısı, çocuk felci aşısı, karma aşı, ve birçok aşı devlet tarafından bize yapılmıştı ve tek kuruş para talep edilmemişti… Bu da bizlere nefes almak gibi doğal gelmişti.

Ağustos başlarında, yaşamını feda edecek derecede çalışan doktorlarımızın salık vermesi nedeniyle, zatürre aşısı olmak üzere bağlı bulunduğum sağlık ocağına gittim. İki çeşit aşı olduğunu, daha etkili olanın piyasada bulunmadığını, az etkili olanın da Ağustos ayının sonlarında geleceğini söyleyip eşimin ve benim adımızı kayda aldılar.

Ağustos sonunda gittiğimizde ise az etkili olan aşının da gelmediğini ve gelmesi olasılığının da bulunmadığını bildirdiler. “Yani başınızın çaresine bakınız” diyorsunuz galiba dedim. Sadece “bizim eliminden gelen bir şey yok” dediler.

Yaşım yetmişi geçtiği için sürekli tedirginlik içindeyim. Şu dünyadan ülkemizin bütün kaynaklarını çekirge sürüsü gibi tüketenlerin sonunu görmeden gitmek istemiyorum. Fakat aşı yok…

Aşı neden yok?

Haydi, korona virüs’ün aşısı daha icat edilmedi, fakat zatürre aşısı neden yok? Parasıyla olsa parayla alacağız, parayla da parasız da yok, yok, yok.

Sen hiçbir neden yokken aşı üreten ve yüz yıllık deneyimden gelen kurumları kapatırsan; kapatılmasına ses çıkarmazsan böyle olur işte…

Oysa salgın hastalıklarla mücadele Cumhuriyetin kurulmasından önce başlamıştır: “ 1887 yılında İstanbul’da kuduz enstitüsü açıldı. 2 bin 521 kişinin tedavi gördüğü enstitüde sadece 13 ölüm vakası raporlandı. 1889 yılında Bağdat’ta patlak veren ve 1893 yılında İstanbul’a sıçrayan kolera salgını için dönemin başkanı 2. Abdülhamit Han Dr. Henry Chantemesse’yi ülkemize davet ederek salgını durdurdu ve onu altın madalya ile ödüllendirdi.

Fakat o dönem atılan bu adımlar Osmanlı topraklarındaki salgını engelleyemedi, araya giren savaşlarla birlikte hastalıklar çoğaldı. Cumhuriyet kurulduğu dönem 27 Mayıs 1928’de refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü adı verilen Türkiye’nin ilk halk sağlığı laboratuvarı hizmete girdi.

Enstitü hızlı yayılan enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele etmeye başladı. 1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimine başlanıldı. 1932 yılında, serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum ithali durduruldu 1933 yılında, Simple Metodu ile kuduz aşısı üretimi ele alındı. 1934 yılında, İstanbul Aşıhanesi, Enstitü bünyesine nakledildi ve çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye getirildi.

1935 yılında, Farmakoloji Şubesi kurularak yerli ve yabancı ilaçlar ile diğer hayati maddelerin kontrolüne geçildi. 1936 yılında, Hıfzıssıhha Okulu açıldı. 1937 yılında, kuduz serumu üretilmeye başlandı. Aynı zamanda Enstitü'nün İlaç Kontrol Şubesi devletin ilacını denetlerdi. Bu durum ilaç firmalarının korkulu rüyasıydı. Aşı ve Serum Şubesi Müdürlüğü Difteri, Boğmaca, Tetanoz ve her türlü tedavi anti-serumunun üretildiği bölümdü. Bakteri besiyerleri büyük cam galonlar içinde imal edilir ve oda kadar büyük neredeyse tarihi otoklavların içinde sterilize edilirdi.

Üretilen anti serumlar arasında akrep, yılan sokmalarına karşı serumlar olduğu gibi gazlı kangren anti serumları da bulunmaktaydı. Enstitü Mustafa Kemal Atatürk hayatını kaybettikten sonra öyle başarılı işler yaptı ki 1940’lı yıllarda Türkiye, Ortadoğu ülkelerine Tifüs aşısı satacak noktaya geldi. 1942 yılında, tifüs aşısı ve akrep serumu üretimine başlandı. 1947 yılında, Biyolojik kontrol Laboratuvarı kuruldu.

Enstitü bünyesinde aşı istasyonu açıldı. İntradermal ve BCG aşısı üretimine geçildi. 1948 yılında ülkemizde ilk defa boğmaca aşısı üretimi yapıldı. 1950 yılında, İnfluenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve İnfluenza aşısı üretimine başlandı. 1951 yılında, ilk kez antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlandı.

1954 yılında, İlaç Kontrol Şubesi kuruldu. 1956 yılında, tetanos aşısı daha modern metotlarla üretilmeye başlandı. 1958 yılında, ilk kez frenginin modern yöntemlerle teşhisi ele alındı. 1966 yılında, Kolera Referans Laboratuvarı kuruldu. 1974 yılında, Mikoloji Laboratuvarı açıldı. 1976 yılında BCG aşısının deneysel üretimine başlandı. 1983 yılında, kuru BCG aşısı üretimine başlandı. 1984 yılında Zehir Danışma Merkezi ve 1987 yılında AIDS Araştırma merkezi açıldı.

1950’lerden sonra Hıfzıssıhha Enstitüsü; Türk halk sağlığının korunmasında, laboratuvar hizmetlerinin Türkiye genelinde yaygınlaştırılması başlatıldı. 16 ilde bölgesel düzeyde hizmet vermek amacıyla şubeler açıldı. Atatürk'ün yokluk döneminde var ettiği Enstitü, 4 Ocak 1941 tarih ve 3959 sayılı yasayla kabuk değiştirdi. Pek çok birim oluşturularak kökleşti…”(www.kocaelikoz.com / Gökhan Karabulut).

Böylesine kökleşmiş kurumları neden kapatırsınız? Hiç mi vicdanınız sızlamaz? Parasız hizmet veren kurumları kapatıp parasıyla bile aşı bulunamayan bir dönemi açanlara yazıklar olsun!

Bizim zatürre aşısı ne zaman gelecek?