Biliyoruz ki kadına yönelik tahakkümün kapitalizmden de önce yüzlerce yıllık hikayesi var. Erkek-kadın ikiliği tarihin en eski ezen-ezilen, yöneten-yönetilen ilişkisi… Yüzyıllar boyunca üretim biçimleri ve bunların yarattığı mülkiyet rejimleri değişse de, kadın bedenine, emeğine ve kimliğine yönelik yaklaşım değişmedi, tahakküm biçimlerinin çeşitlendiğini ve derinleştiğini görüyoruz. Biz kadınların bedenlerinde bir canlıyı büyütüp ona yaşam vermemiz bu anlamıyla “yaratıcı” potansiyelimiz, kürtaj sınırlaması, bekaret kontrolü, doğuracağımız çocuk sayısı, nasıl güleceğimiz, giyineceğimiz… Kontrol altına alınmak istendi hep.

 

    Patriyarka ve kapitalizm işbirliğine ülkemizde ve coğrafyamızda siyasal İslamcı ideoloji de eklemlendi. Dinin siyasallaştırılması ve toplumsal olanın belirleyeni haline gelmesi çok kritik bir işlev görüyor coğrafyamızda. Dinselleşme kadın emeği, bedeni ve kimliği üzerindeki tahakkümün sürekli yeniden üretilmesi için işletiliyor. İstihdam alanları, kadınların hem geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirecek hem de bakım yükünü devletler ve sermaye için “sıfırlayarak” kadınların sırtına yükleyecek biçimde düzenleniyor.

 

    Ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk pandemiyle birlikte iyice derinleşti. AKP iktidarının her zaman olduğu gibi bu dönemde de önceliği sermayeyi kurtarmak oldu, yapılan tercihlerden ise yine en çok kadınlar etkilendi. Kadınlar, haneye ek gelir getirmek için çok kötü şartlarda, düşük ücretlerle ve kayıt dışı işlerde çalışmak zorunda kaldı, her şeyin ucuzunu bulma, evde kendisi yapma, hijyen sağlama, beslenme gibi sorumluluklar nedeniyle iş yükü artarken uğradığı ekonomik, psikolojik, cinsel ve fiziksel şiddet de arttı. Bununla birlikte pandemi, kadınların dünyada yaşamı üreten emeğinin ne kadar hayati bir önemde olduğunu da gözler önüne serdi.

 

    Kadınlar işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, şiddet altında ezilirken AKP iktidarı pandemiyi kadınların kazanılmış haklarına saldırmanın fırsatına dönüştürdü. İnfaz yasasındaki değişiklikle istismar, taciz, tecavüz, şiddet failleri tahliye edildi. Bir yandan koruma kararı olan kadınların dahi katledilmesine engel olunmazken, şiddet ve cinayet failleri çok yüksek oranda eş, sevgili, ağabey, eski koca, reddedilen erkek iken, hiçbir önlem alınmaksızın kadınlar kendileri için hiç güvenli olmayan “evlerde kalmaya” zorlandı, emekçi, yoksul kadınların hayatları eve sığamadı. Kadına yönelik her tür şiddet bu dönemde daha fazla arttı.

 

    Ve böylesi bir süreçte bir sabah, her tür ayrımcılık ve şiddeti önlemek, şiddet oluştuğunda yaptırımları düzenlemek ve koruyucu mekanizmalar oluşturmak üzere düzenlenen İstanbul Sözleşmesinin bir gece yarısı çıkan Cumhurbaşkanı kararıyla feshedildiğine uyandık. Her gün neredeyse 4 kadının öldürüldüğü bir ülkede, kadın katliamı boyutuna varan şiddeti önleyecek yasaları uygulamayı tercih etmeyenler, cemaatlerin gönlünü hoş tutmak için, kadınların yüzyıllar süren mücadeleleri sonucu kazanımlarını yok etmek için tüm mekanizmaları kullanmaktan geri durmuyor. Aile deyip, milli değerlerimiz deyip, toplumu, kadınlara, LGBTİ+’lara karşı düşmanlaştırıyor, şiddetin, katliamın artmasının öznesi oluyor.  Fıtratlı fetvalı eşitsizlik söylemleri ve bu yöndeki uygulamaları ile iktidarın sözleşmenin özüne karşı bir savaşı vardı zaten. Bu savaş iktidarın kökeninden geliyor. İstanbul Sözleşmesi’ne, nafakaya saldırı da, eşitlik kavramını kullanmama çabası da, kadın üniversiteleri tartışması da aslen kadını konumlandırmayı istedikleri gerici, karanlık zihniyetlerinin yansıması. Kadınlar her gün yaşadıkları her alanda şiddete maruz kalırken, kadın düşmanı politikalar hız kesmeden devam ediyor, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık “pandemi döneminde kadına yönelik şiddet olaylarındaki artış tolere edilebilir düzeydedir” sözüyle, siyasi iktidar nazarında hayatlarımızın ne kadar değersiz, kıymetsiz olduğunu da açıkça ifşa ediyor.

 

    Biz biliyoruz; hayatlarımızı kuşatmaya, teslim almaya, karanlıklarında boğmaya çalışan zihniyetin kadınların yüzyılların mücadelesi ile kazandığı haklara, kadınların eşit hak sahibi yurttaşlar olarak kağıt üstünde bile olsa tanıyan yasalara tahammülleri yok. Dokuz yaşında kız çocuklarının evlendirilebileceği fetvalarını verenlerin kadınlara ve çocuklara yönelik her türlü şiddette payı ortadadır. Kadına yönelik her tür şiddetin artmasına neden olan unsurlar sorunun çözümü de olamazlar. Dolayısı ile karşımızda gericilik ile mücadele var, en çok kadınlar üzerinden üretilen ve aslen toplumun tüm dokularına işleyen karanlığa karşı, eşitlik, özgürlük, aydınlanma, laiklik, barış mücadelesi var.

 

    Dinin siyasallaşması ve iktidarın siyasal islamcı ideolojisi, kadın bedeni, kimliği ve emeği üzerindeki tahakkümü sürekli yeniden üretmek için işlemekte. Bu nedenle laikliği kazanma mücadelesi de kadınların olmazsa olmazıdır. Laiklik sadece devletin dinler karşısında tarafsızlığı değil, aynı zamanda özne olma, kamusallığın kuruluşu, iktidarı sınırlayan bir anayasanın, hukukun varlığı, denetlenebilirlik, hesap sorma için de kurucu ilke. Öyle bir gece kararnamesiyle çekilmek de bu kapsamda hukuk dışılıkla, hukuk tanımamazlıkla çok yakından ilgili zaten.

 

    Son söz olarak, öteden beri yapılan saldırılar, nefret söylemleri, baskılar, üretilen gerici politikalar, kadınların mücadele ve dayanışmalarını büyütmelerinin önüne geçememiştir, geçemeyecektir. Tüm kadınların özgür ve korkusuzca yaşamları sağlanmadan, böyle bir yaşamın olanaklarını yaratacak olan hiçbir sözleşme, yasa ve uygulamadan el çekmiyoruz. Değil bir gece yarısı kararnamesi, yeri yarsanız, göğü başımıza geçirseniz haklarımızdan da hayatlarımızdan da vazgeçmeyeceğiz. Haklarımızın ve hayatlarımızın teminatı tüm yasalar ve İstanbul Sözleşmesi bizimdir.