Başkan Wilson rakiplerinin ikiye bölünmesi sonucu biraz da tartışılır bir şekilde ‘Beyaz Eve’ oturmuştu. (Evet, sayın saray düşkünü okuyucu, ona ‘Saray’ değil ‘ev’ deniyor. Ve bizim dışımızda hiçbir dilde de -saray- diye anılmıyor.)

Sene 1912 idi ve Avrupa da görülmemiş bir refah yaşanıyordu. Almanya ve İngiltere de fabrikalar tam kapasite çalışıyordu, Fransa da fena değildi. İtalya kırgın ve kızgındı çünkü ona hiç sömürge toprağı kalmadığından şikayetçiydi. Avusturya-Macaristan bile eh işteydi, Rusya da Çarlık rejimi inatla reformlardan uzak duruyor ve kendi kanlı sonunu elleriyle hazırlıyordu. İspanya boğa güreşlerine kaptırmıştı, Osmanlı da ise İttihat ve Terakki Cemiyeti iş başına geçmiş ama ne yapacakları konusunda kendi içlerinde anlaşmazlığa düşmüşlerdi.

Amerikan elitleri izliyordu, enteller dünyayı dolaşıyordu, gitmedikleri yer kalmamıştı. Yüzbinlerce kitap basılıyordu, gazetelerin tirajı milyonu aşıyordu. Kısaca Amerikan elitleri deliler gibi okuyor, eğitim alıyor ve yalnızca izliyorlardı. Ülkenin Doğu sahili entelektüel merkez haline dönüşmüştü. Liberal ve çağdaş görüşlü aydınların konferansları yok satıyordu. Orta Amerika ülkenin buğday deposuydu insanlar geleneksel tarım dünyasının sorunları ile öylesine meşgullerdi ki geri kalan hiçbir şey önemli değildi.

 Wilson işte böyle bir Amerika’nın Başkanı seçilmişti. Akıllı bir hukuk adamıydı. Avrupalı devletlerin kısa zamanda birbirlerine düşeceklerinin hesabını yapıyordu. Bunlar günün birinde kapışacaklar da sonrası nasıl devam edecek diye düşündüğü söylenir. O günkü Amerikan nüfusunun %40 nın Avrupa da -birinci- dereceden akrabası vardı. Bazı kaynaklar bu oranın 47 ye yakın olduğunu iddia ederler

Nitekim Yaşlı kıtada çıkan savaş kısa zamanda dünyayı saracaktı. 1914, 28 Haziran’ında yapılan suikast tüm eski hesapları su yüzüne çıkarmıştı. Rusya, Viyana’nın dersini vermek istiyordu, Viyana, Belgrad’ı yok etmek istiyordu, Berlin, öteden beri korktuğu Rusya defterini kapatmak niyetindeydi, ama önce Fransa’yı -hal- etmesi gerekecekti Paris, 1870 de uğradığı yüz kızartıcı yenilginin öcünü almak istiyordu.

Savaş oldukça kanlı geçecekti. Avrupa’nın genç kuşağı eriyip gitmek üzereydi. Bu savaşın galibi dört yıl sonra bile, yani 1918 de belli değildi…

Savaşın akışı içinde özellikle Atlantik okyanusunda bazı Amerikan gemileri Alman denizaltılarınca batırılmış ve Amerikalılar ölmüştü. Ama ABD de kimsenin de pek umurunda olmamıştı. Daha sıkı bir provokasyon gerekiyordu. Tarihe en beceriksiz dış işleri bakanları listesinde ‘2. Sıradan giren’ Alman dış işleri bakanı Zimmerman, garibim Meksika’yı Amerika’ya karşı kışkırtınca. Washington hiç beklemediği bir koza kavuşacaktı. Bu ‘esmer adamların’ Amerikan topraklarında gözü vardı, dikkat edin Almanlar demiyorlar… Meksika’nın olası istilasını önlemek için Almanlarla savaşmak gerekiyordu.

 Nasıl denklem ama…

Amerika, Anti-Alman devletlerinin yanında savaşa girecek…

Kimler bunlar? Mesela Rusya, oysa Amerika da hatırı sayılır miktarda Polonyalı var, kimden kaçtı bunlar?

 Rusya’dan!!!

 Keza inanılmaz sayıda İrlandalı var, onların belalısı kim?

 Majestelerinin hükümeti, yani İngiltere…

İşte Amerikan kimliğinin oluşması böyle-böyle sağlanmıştı. Ama bu olgunlaşma işi hala suni yapılıydı. Hani muzların üstüne çabuk sararsınlar diye karpit diye bir şey atarlar ya öyle..

Ülkede hala Alman, Alman, İrlandalı, İrlandalı, Polonyalı, hala Polonyalı, İtalyan hala İtalyan olarak kalmıştı. Latin çocuklarda kendi özlerini koruyorlardı.

 Hatırı sorulmayan iki cins vardı:

 Kızılderililer ve --Negrolar_ =Zenciler… hadi Afro Amerikalılar diyelim de aslan sosyal demokratların da gönlü olsun.

Devam edeceğiz.

Ha, elbette unutmadım hu Konyaaltı Belediyesi...

 Orada mısınız?

 Hani şu üniversite arazileri diyordum...