‘Tarih bazen bir buz dağı gibi ağır, ağır… Bazen de sel gibi yıkıcı bir hızla seyir eder.’ Lord Mountbatten

Öyle ya, mesela sadece 150 yıl öncesine kadar at, bildiğimiz en yaygın ulaşım aracıydı. Son 150 yılda geldiğimiz yere bak.

Bugün 12 yaşındaki çocuklar 5 yaşındaki kardeşlerine ‘Benim zamanımda...’ diye başlayan cümleler kuruyor.

Bana soruyorlar; neden bu kadar yoğun tarih merakı, şehirde olup biteni yazsan daha çok okunursun diye de kınıyorlar. Sağ olsunlar.

Ben bir ara Kepez Kent Konseyi Başkanlığı yapmıştım o günlerde merak ediyordum, şehrimizin ünlü simaları, kurumları falan yerel basını takip ediyorlar mı diye?

Hak getire!

Birer basın danışmanları var o da işi şu internet üstünden ‘takip’ programlarına havale ediyor. Yani kimsenin doğru dürüst gazete okuduğu falan yok! Dolayısıyla yaptığı yorumlar aldığı sufleler ile sınırlı.

Elbette ki bilinen kıdemli gazeteciler ve isimler hariç, onun dışındakiler, ‘gelecek hafta şu konuyu ve seni yazacağım!’ diye sinyal veriyorlar ve böylece okunduklarını var sayıyorlar. Yerel basının ‘misafir’ makale yazarları gazeteci sayılmıyor olsa olsa kendi çevreleri, yazılarını okuyorlar. Oysa o ‘misafirler’ bazı gazetelerde köşe yazılarının 3’te 2’sini oluşturuyor. Antalya Gazeteciler Cemiyeti’nin (AGC) geleneksel ödül törenine bile çağrılmıyorlar. Nerede kaldı sembolik bir ödül verilmesi…

Tabi bütün bu dediklerim -şehirle ilgili- yazılar ve makaleler için.

Oysa tarih öyle değil ortalama bir okuyucusu var, bir şey yazıyorsun, arkasını merak ediyor, kurcalıyor falan. Sonunda bir tarih bilinci oluşmasına hasbelkader yardımcı oluyorsun.

Neyse bu kadar filozofluk yeter. Biz gene tarihten bir sayfa açalım:

 Hani yukarda bir buz dağı lafı ettik ya, oradan başlayalım. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüzyılı o buzdağının ilerlemesi gibi geçmişti. Cumhuriyet ve devrimleri ise işte o ‘sel’ gibi gelişecekti.

Ana!

Birden bir baktık, batı tarzı bir ülke yolunda ilerliyoruz. E haliyle hazımsızlık yapacaktı bu gelişmeler. Bir taraftan ‘CUMHURİYET ARİSTOKRATLARI’ ve onların şımarıklıkları. Öte yanda buz dağı hızında mesafe almaya alışmış sefil, cahil kitleler...

Neresinden baksanız olaylar kanlı çatışmalara yol açmadan devam ediyordu. Bazı kimseleri hıçkırık tutuyordu ama ortada can kaygusu yoktu, yoktu çünkü bir iç çatışma ne pahasına olursa olsun önlenmişti.

 Oysa mesela Fransız devriminde yüzbinler ortadan kaybolmuştu. Sovyetler iktidar yürüyüşünde kendi insanlarından milyonlarcasını feda etmişti. İspanya iç savaşı ülkeyi felakete sürüklemişti, Almanya 1919’da nerdeyse paramparça oluyordu, engellemek için binlerce cana kıyılmıştı.

Bedavacı olunca ve her şeyi bedava sağlayınca ortada bir emek, zafer, yenilgi maddi ve manevi bir fedakarlık olmayınca ‘dünya böyleymiş’ sananların ucuz -dayılıkları- ortalığı sarıyor.

O zaman da memleket,

Bir narası ile tüm mahalleliyi evlerine hapis edebilen -kazmaların- memleketi olup çıkıyor.

Evet, gelecek hafta konumuz ‘İç savaşların tarihi, Tarihin iç savaşları…’