Rebus sıc stantıbu

(Şartlar değişmiştir)


Hep böyyük gazetelerimizin köşeyi elli defa dönen kalemdarları yazacak da biz, mahalli basının mazbut kalemleri öyle mal-mal duracak mıyız? Rahmetli Celal Bayar’ın son kitabının adı gibi olsun ‘Ben de yazdım’


Yukarıda Tanrı var bilmiyordum; Ankara Üniversitesi’nin 1969 tarihli bir yayınına denk gelene kadar: ‘Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919-1965’


Kitabın 129. sayfasından başlayarak bugünlerde baş ağrıtıcı boyutlara varan Montreux  Sözleşmesi’ne değinmişler.


Okuyalım:


Lozan Antlaşması’nda Boğazlar meselesi Türklerin istediği gibi kapanmamıştı ama 8 ay süren bu görüşmelerde daha da fazla vakit kaybetmenin gereksiz olduğunu düşünen Gazi Paşamız ve İsmet Paşa -şimdilik- kaydıyla anlaşmayı kabul etmişlerdi. Aslında Sevres’in yırtılmış olması başlı başına bir zaferdi. Boğazlar ise Avrupa ve dünyada gidişata göre yeniden ele alınacaktı. O fırsat 1935’ten itibaren ortaya çıkmıştı, Lozan imzacılarından İtalya Habeşistan’a dalıvermişti. Şimdi de ‘Bizim Akdeniz’ falan deyip ortalığı karıştırıyordu. 1936’da Hitler Almanya’sı Ren Nehri’nin batısına asker geçirmişti ve Avusturya denen devleti ham etmişti. Üstelik bu işleri yaparken hem Londra hem Paris ile anlaşmıştı.


Lozan’da imzacı olarak bulunan Japonya ise Milletler Cemiyeti’ni terk etmişti. E, o MC ise hani Boğazlardaki vaziyete, vaziyet ediyordu.


Türkiye için şartlar olgunlaşıvermişti Gazi ve İsmet Paşalar hemen bu imkanı değerlendirecek hazırlıkları yapmışlar ve yazımıza başlık olan Latince diplomatik bir deyimle Lozan imzacılarını yeniden masa başına çağırmışlardı.


Ağa babalardan Sovyetler bizim tarafımızdaydı, İngiltere de Akdeniz de olup bitenden rahatsızdı. Türkiye ileride kaçınılmaz olan bir büyük çatışmada esaslı bir ortaktı. Fransa biraz mırın-kırın ettiyse de o da 1930’lu yıllarda büyüyen Alman tehdidine karşılık Moskova ile anlaşınca yola gelecekti. Karadeniz’e sahildar olan Bulgaristan da şimdilik bir zorluk çıkarmayacaktı. Bir tek Romanya -olmaz!- diyordu ama onu da kimsenin hesaba kattığı yoktu. İtalya ise zaten başını yeterince belaya sokmuştu, itiraz ediyordu ama MC’nin gözünde yaramaz bir çocuktu. Konferans İsviçre’nin Montreux şehrinde 22 Haziran 1936’da toplandığında Ankara’nın planı taraflarca zaten kabul edilmiş gibiydi. Boğazlardan geçen savaş gemisi tonilatolarında bazı önemsiz değişiklikler dışında. Türkiye’nin egemenlik hakları kabul edilmişti. (Asker bulundurma, MC heyetine yol verme, idari ve yetkilere sahip olma vs)


20 Temmuz, 1936’da anlaşma imzalanmıştı. Bu kadar bile sürmesinin ardında asıl neden İngilizler ile Sovyetlerin tartışmalarıydı, e bir de hakkını vermek lazım; Montreux yaz aylarında nefis bir şehirdi. Baştan beri anlaşmaya gıcıklık çıkaran İtalya da 38 Mayıs ayında imzayı çakacaktı. (Diğer imzacılar: Türkiye, Sovyetler, Fransa, İngiltere, Bulgaristan, Japonya, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan)


Boğazlar meselesi İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek bir daha ele alınmamıştı ta ki bir başka Temmuz ayında Potsdam diye bir yerde yapılan bir başka toplantıya kadar.  1945 senesinde Almanya iki seksen yere serilince üç büyük devlet (ABD, Sovyetler ve İngiltere, dikkat! Fransa yok) bir araya gelmiş ve dünya haritasını paylaşmak üzere sert bir pazarlığa oturmuşlardı. ABD ve İngiltere de siyasi kadrolar değişmişti Roosevelt ölmüş yerine Truman geçmiş, İngiltere de ise Mr. Churchill, seçimi İşçi partisine kaptırmıştı. Sovyetlerde lider değişmemişti ama Stalin’in tüm angutluğu üstündeydi adamın Orta Avrupa’ya kadar girmiş on binlerce tankı vardı. Artık bir şeyi ‘istemiyor’ resen ‘alıyordu’. İkna metodunu değil tehdit yöntemini seçiyordu. Washington veya Londra herhangi bir konuda itiraz etseler


‘Senin orada kaç tankın var?’ sorusunu soruyordu.


Tutmuş şimdi de Boğazlar konusunu ileri sürmüş ve Montreux anlaşmasında kendi lehine önemli değişiklikler istemişti. Ve en belalı isteği Boğazların Türkiye ile ortak savunulması gereği idi.


Kısaca Ruslar Türkiye topraklarında ve özellikle Boğazlarda askeri üs istiyorlardı. Evet, üs isteyecek adar ileri gitmek manasızdı, ama Sovyetler Türk ordusu içinde başı Mareşal Fevzi Çakmağın çektiği ve ancak 1944 de tasfiye olan aşırı Alman yanlısı kliğin varlığından rahatsızdı, özellikle Montreux anlaşmasına aykırı olan bazı Alman savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine izin verilmesini hazım edemiyorlardı.)


 Amerikalılar ve yeni İngiliz İşçi partili hükümet Stalin ile çok da fazla uğraşmak istemiyorlardı, ülkelerinde ki Sivil Toplum yeni bir kapışmayı istemezdi.


BAD’nin yeni Başkanı, her ne kadar Nisan 1946 da ünlü savaş gemisi Missouri’yi bir bahaneyle İstanbul’a gönderdiyse de bu işin ardında biraz da Sovyetlere diklenmek vardı. (ABD de ölen büyükelçimiz Ertegün’ün cenazesini getirmek için gelmişti gemi) Aslında Amerika çoktan Akdeniz de önemli ölçüde deniz gücü bulundurmaya başlamıştı.


Ne var ki sevgili okuyucu, oralarda hükümetin yetkilileri, cariye gibi değil, yetkili gibi mesai veriyorlardı. Amerikan Deniz Bakanı, hadiseyi kısaca özetleyen bir rapor hazırlamıştı, iki ana maddesi vardı bu raporun;


Ya Rusların istediği verilecek, ama usulen protesto edilecek.


Veya


Türkiye’nin arkası sağlam tutulacaktı.


Çünkü dedik ya, angut Stalin şimdi Doğu Anadolu da Erzurum’a kadar varan bir toprak talebini iletmişti. (Oysa Amerikalılar Boğazlar konusunda tüm isteklerini-askeri üs- dışında kabul etmeye hazırlanıyorlardı)


Türkiye için zor günler daha yeni başlıyordu.


 Ama o konu başka bir yazının meselesi.


 Ha unutmadan, hani değişmez falan deniyor ya…


Montreux, sözleşmesi Lozan gibi süre açısından sınırsız değil, 36 da anlaşma imzaladığında 20 yıllık bir süre konmuş, o da 1956 bitti. Peki neden o günden bu yana neden kimse bu konuyu gündeme getirmedi, öyle ya Sözleşmenin şartları içinde imzacı devletlerden birisinin bile başvurusu halinde yeniden konferans masasına oturmamıza, ya da oturtulmamıza mani değil.


Sözleşme hala geçerli ise bunun bir nedeni de bu sözleşme sayesinde bölgemiz denizlerinde kimsenin burnunun kanmaması olabilir mi?


 Yani o meşum soruyu soralım:


 ‘Şartlar değişti mi?’