Yüce Tanrının yarattıkları içinde bir tek insan, kendini problem olarak görür.

    Bugün 22 Haziran 21, dünya tarihinde çok önemli bir olayın 80. Yıldönümü…

    İkinci dünya Savaşı tarihini çoğu insanımız sinema salonlarından takip eder. 1939 da Hitlerin Polonya istilası ile başlayan bu büyük ‘paylaşım savaşı’ çok geçmeden Almaların tüm batı Avrupa’yı işgali devam etmekteydi. 1940 Haziran’ı geldiğinde Almanya tüm Avrupa’daki hakim tek devletti. İtalya zaten ‘kankisi’ idi. İspanya ise faşistlerin elindeydi, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan ise Berlin’in sadık ortaklarıydı. İsveç ve İsviçre ise zor bela tarafsızlıklarını koruyorlardı.

    Bir tek İngiltere direniyordu.

    Ve ne yenilecek gibiydi ne de Hitler ile masaya oturmak niyetindeydi. ABD, ise şimdilik sadece izliyordu ama bu çok uzun sürmezdi. Hitler gayet iyi biliyordu ki Amerika henüz hazır değildi. 1943 geldiğinde ise kadim ortağını, yani İngiltere’yi kurtarmak için gerekirse silaha sarılması söz konusuydu.

    Beri yanda ezeli düşman Sovyetler ise sürekli bir silahlanmanın içindeydi.  Stalin zeki bir adamdı tahminine göre, İngiltere dayandığı sürece Berlin iki cephede savaşa zorlanacaktı. Bu durum ise Almanların hiç işine gelmezdi. Büyük Savaşı da bu yüzden kaybetmemişler miydi?

    Stalin’in biraz daha zaman ihtiyacı vardı, ordusu hazır olduğunda Batı cephesinde ki yıpratıcı savaşlarda yorgun düşen Alman ordusunu bir lokmada yutacaktı.

    İşler onun için çok iyi gidiyordu, Almanya şimdi İtalyanların kıçını kurtarmak için Kuzey Afrika ve Balkanlarda da savaşa sürüklenmişti. Evet, hala kazanıyordu ama ağır-ağır da tükeniyordu.

    Adolf Hitler tipik bir fikri firar da olsa Tanrının zır cahili değildi. Bu Londra bir şeye güveniyordu, neye ve hangi güce güveniyor olabilirdi? Elbette Sovyetlere… Washington henüz hazır değildi, ama iki yıla kalmaz hazır olurdu. O zaman bu iki başkent bir tek Moskova’ya bel bağlamış olabilirlerdi.

    Almanya eğer Sovyetleri denklemden çıkarırsa, Londra daha uyumlu olacak ve Berlin ile anlaşacaktı. O zaman da Washington’un eli boşa çıkacaktı.

    Sovyet coğrafyasından gelen haberler oldukça umut vericiydi, Ukrayna bölgesi Stalin zulmünden kurtarılmayı bekliyordu, keza Kırım Tatarları da çok rahatsızdı. 1939 saldırmazlık paktı ile (Berlin-Moskova arasında) Sovyet egemenliğine bırakılan Baltık cumhuriyetleri bir kurtarıcı bekliyorlardı.

    Rus ordusu tarih boyunca hep korkulan bir kuvvet olarak anılırdı. Bugün Kızıl ordu diye adlandırılan bu büyük silahlı kuvvet, Stalin ve eşkıyaları sayesinde iyice bir örselenmişti. Kızıl ordu İç savaşın gazi ordusuydu, ama ne var ki bir takım komünist düdükler çıkmış, ordunun askerlik töresini -burjuva işi- diyerek törpülemeye başlamışlardı. Neymiş efendim; Komünist toplumda rütbe fala olmazmış, askeri ilkeler değil, siyasi ilkeler önemliymiş. Ve daha akla zarar neler uydurup orduyu iyice hırpalamışlardı.

    Traji-komik haller yaşanıyordu; birlikler komutanlarını seçimle belirliyorlardı, yani adamın askeri geçmişi ve bilgisi çöpe atılıyor, iyi votka içen, ağzı laf yapan bir zonta alaylara komutan olabiliyordu, rütbeler kaldırılmıştı. Disiplin falan Hak getireydi. Birliklere bir boktan anlamaz ‘siyasi komiserler’ atanıyor ve tüm yeki onlara veriliyordu. Düşünün taarruza veya savunmaya bu gerzekler karar veriyordu askerliğin gerekleri değil! Büyük Savaşın o korkulan askeri gücü adeta bir komünist sirkine dönüşmüştü. Çarlık dönemi subaylarının bir kısmı yeni ülke ve Kızıl ordu için fedakârca çarpışmalarına rağmen sırf geçmişleri yüzünden dışlanmışlardı. Ama orada ki generaller, kokteyl generali değildi, ‘yeter artık yeterdi’. Polonya savaşında bu rezil durum iyice açığa çıkınca (1920-1922) Subaylar derhal askerlik töresinin gereklerine dönmek için harekete geçmişlerdi. ‘Siyasi komiserler’ yalnızca eğitimden sorumlu olacaklardı, rütbeler ve nişanlar geri gelecekti. Askerlerin tek dini vardı: askerliğin kendisi!

    Böylece 1934 senesi geldiğinde Kızıl Ordu yaman bir askeri kuvvet haline dönüşmüştü. (ve ironik bir şekilde bu yeni yapılanma ezeli düşmanları Almanların sayesinde olacaktı. Çünkü 1918 sonrası Alman askeri liderleri Versay anlaşması ile kısıtlanan askeri programlarını Rapallo anlaşması ile Sovyet topraklarında hayata geçiriyorlardı.)

    Ne var ki 1937 geldiğinde Stalin bu durumdan ciddi olarak rahatsızdı. Sovyet coğrafyası zor bir yerdi (dünyanın 6 da 1) Komünizm iyi idi ama kuvvetler ayrılığı, Stalin için bir tehditti. Siyasi rakiplerini bir güzel temizlemişti NKVD (sonradan KGB olarak bilinecek) adlı politik birlikler ile dengeyi sağlamak üzereydi. Amma velakin şu ‘Kızıl ordu’ yok mu?  İşte o, hala kendi mekanizmaları içinde dimdik ayakta duruyordu. Ordu kendi kararlarını alıyor, yeni tank tümenleri, paraşütçü kıtaları oluşturuyor, donanma elden geçiyor uçaklar modernize ediliyordu. Ve bütün bunlar Stalin ile etrafında ki yalakaları fevkalade huzursuz ediyordu.

    Sonunda uydur-kaydır sebepler ile subaylar inanılmaz bir kıyıma uğradılar, ordunun birlik ve bütünlüğü adeta param parça edildi. Ne astlar üstlerine güvenebiliyorlardı ne de üstler astlarına. Yüzbaşıdan yukarı tüm subay kadrosu insafsızca suçlandı, binlercesi kurşuna dizildi, diğerleri sürgün yedi, hapislere atıldı.  (Yine de Kızıl ordu teğmenlerini siyasilerin eline verecek kadar da…)

    Böylece perişan edilen ordu ilk çatışmasında dünyaya rezil olacaktı. Finlandiya da ki savaşta (1939-40) Kızıl Ordu anlatılması zor bir yenilgiye uğramıştı. İşte Hitler ve generallerini kışkırtan da bu manzaraydı. Bir düşman tarafından değil, bizzat kendi içinde, kendi iktidarı tarafından komuta kademesi yok edilen bir ordu Almanya gibi bir ülkenin taarruzu karşısında ne yapabilirdi ki?

    O gün de işte 80 yıl önce, bugün idi. 22 Haziran 1941. Dünya tarihi geri dönüşü olmayan bir viraja grimişti.