‘İnsanoğlu, Aklı kadar görür’ demiştik geçen hafta.

 Bugün

‘GÖNLÜ KADAR SEVER...’

 Diyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 Bazı dikkatli okuyucu soruyor; ‘Ne oldu Konyaaltı işi vaz mı geçtin?’ diye?

Elbette hayır..

 Neden durduk yerde Tanrı’nın yarattığı bir Fransız’ın hikayesini anlatıyoruz?

Belki birileri -hiç umudum yok ama- ders alır da adamlık ne demek anlar diye… Hem siyaseten hem de ne derseniz ondan…

Adam olmak için ne lazım?

Önce temiz bir kan lazım, sağlam bir aile yapısı lazım, doğru dürüst bir eğitim lazım..

He mi.. emmi

Charles De Gaulle’un anne ve babası her ikisi de öğretmen idi. Fransa’da her zaman ama her zaman -öğretmenlerin- yeri ayrıydı. Onlar her dönemde ülkenin kıymetlisiydiler.. Ama bizim oğlan, askerlik mesleğini seçecekti. Çocukluğunda ülkesinin ordularının, Prusya askeriyesi tarafından nasıl utanç verici bir şekilde yenildiği hikayeleri delikanlıyı çok etkilemişti. Daha çocukken yazdığı bir kompozisyonda Fransız askerlerinin başında ‘general De Gaulle’ olarak Almanları perişan ettiğini ifade edecekti.

Büyük Savaş’ın (1914-1918) o kanlı günlerinde ön hatlarda çatır-çatır çarpışmıştı. Yaralanmış ve esir düşmüştü, tam beş kere kaçma teşebbüsünde bulunmuştu. Savaşın sonunda geriye dönmüş ve iki savaş arasında çeşitli pozisyonlarda görev yapmıştı. Almanca ve İngilizceyi ağır bir Fransız aksanıyla ama tam olarak konuşabiliyordu ve yazıyordu da. İkinci savaş kapıyı çalmadan çok önce kendi görüşlerini açıkça ve belirtmekten çekinmiyordu. Koca-koca generallerin- politikacıların önünde bildiğini okuyordu öyle anlar geliyordu ki adamları bir itin malum yerine sokup çıkarmadığı kalıyordu.

Yani adamımızda -YALAMALIĞIN- zerresi yoktu.

‘Abi ben açıkta kaldım, ne yapıp edin beni de bir yerlere sokuşturun ‘ yalvarmalarına ise hayatı boyunca hiç rastlanmayacaktı.

1940 senesi gediğinde hayat Fransa için zordu.. O yılın Haziran ayında düşman Alman orduları ülkeyi darmadağın etmişlerdi. Ordu yerle bir olmuştu, İngilizler kendi adalarına kaçmışlardı. Paris ortada kabak gibi korumasız kalıvermişti. Üstelik siyaset arenası hala ne yapacağını bilmez haldeydi. Panik içindeydiler, hemen aileleri ve elbette metresleri ile birlikte Atlantik kıyısındaki Bordeux şehrine kaçmışlardı.

Ama Charles De Gaulle, kaçmıyordu, üstüne üstlük bir de son mermiye kadar savaşmaktan söz ediyordu. Fransa düşebilirdi ama Fransız sömürgelerinden savaşın devam etmesi gerektiğini savunuyordu.

(O günlerde Cezayir, Tunus, Fas, tüm kuzey batı Afrika ve bugün Vietnam- Laos, Kamboçya olarak tanınan coğrafya ve muhtelif Pasifik ve Karibik adaları Fransız sömürgesiydi.)

Ama ülke kaos içindeydi, zaten öteden beri Nazi Almanya’sına yakın olan bazı sağcı gruplar derhal ateşkes ilan edilerek dünya sahnesinde Berlin ile birlikte hareket edilmesini savunur dururlardı.

Ha Komünistler derseniz onlar da aynı şeyin peşindeydiler, çünkü Adolf, Stalin Amcaları ile 26 Ağustos,1939 tarihinde bir anlaşma imzalamıştı. E, Stalin’e haber vermeden helaya bile gidemeyen komünistler de nedense bu kahır düşmanları olan faşistlerle birlikte hareket ediyordu.

Aslan sosyal demokratlar ise hala gitar çalıyor ve saçlarını taramakla ve metresleri ile vakit geçiriyorlardı. Kime yanaşsak diye düşünenleri hiç de az değildi. Fransız deniz kuvvetleri çok önemli bir güçtü ama kuvvetler arası rekabet çoğu amiralin gözünü kör etmişti. Onlar da kendi kafalarına göre ‘Yenilen kara ordusu, bize bir şey olmadı’ ayaklarındaydılar.

İşte o karanlık günlerde Büyük Savaşın efsane kahramanı ve Charles De Gaulle’un hamisi Mareşal Petain ortaya çıkarılmıştı. Koca Fransa meclisi 80 aykırı oyuna karşın büyük bir çoğunlukla bu adamı göreve davet etmişler ve savaşı bitirmesini rica etmişlerdi. (Daha doğrusu yalvar-yakar olmuşlardı.)

Şimdi görüntüyü bir an için gözünüzde canlandırın;

Ülkenin orduları yenilmiş, siyasetçileri panik içinde, halkın kafası karışık, düşman acımadan ilerliyor, müttefikleriniz çoktan sıvışmış. Ve bu arada önce ki savaşın unutulmaz kahramanı da çıkmış ve demiş ki; ’ yok kardeşim yenildik işte, en iyisi kurtarabildiğimiz kurtaralım!’

Bizim adam daha taze bir tuğgeneral, kim dinlerdi ki onu?

Ama öyle olmayacaktı. Tarih diğerlerini çöpe atarken bizimkisi sonsuza dek hatırlanacaktı. Nasıl mı?

Devam edeceğiz.