‘Basını kontrol eden bir idare yerine, basının kontrol ettiği bir idareyi tercih ederim!’ Thomas Jefferson

ABD. 3. BAŞKANI

Adamın bu lafı ettiği günlerde daha 18. Asır bitmemişti. Varın gerisini siz düşünün. O günlerde ki Amerikalı bir idareciden kimlerin ders alması gerekiyor sizce?

Ha ne demiştik; Üniversiteye tahsis edilmişken özel bir şirkete nasılsa devir edilen arsaların imar ve diğer yasal sorunlarını halletmek için çok değerli (!) Konyaaltı Belediyesi’ne kaç gün gerekmiştir?

Gelelim yukardaki Amerikalının ülkesine: 5. Başkan James Monroe adında biriydi, o sene 1825’ler civarıydı.. Şimdi o günkü dünyayı bir düşünün; Avrupa’da iki dev Fransa ve İngiltere racon kesiyor. İspanya çaptan düşmüş, yobaz ve sapık dinci papazların elinde her geçen gün geriye doğru gidiyor. Rusya henüz tam anlamıyla toparlanmış değil, Doğu ülkeleri de yobazların ellinde oyuncak olmuş. Koca Çin, İran ve Hint Yarımadası çoktan sömürge olmuş vaziyette. Bir tek Osmanlı’da yaman bir reformcu 2. Mahmud Han bir şeyler yapmaya çalışıyor, ama yobaz sürüsü yüzünden akim kalacak bir seri reform başlatmış… Ortada ne Almanya ne İtalya var, Avrupa’nın merkezinde Viyana idaresi altında kuru aşure gibi bir milletler topluluğu var ama onlar da kaynamak üzere. İşte böyle bir dünya da Başkan Monroe, ünlü doktrinini açıklıyor: Her kim Güney ve Kuzey Amerika toprakları üstünde siyasi hakimiyet kurmak isterse Washington idaresi bunu -savaş sebebi- sayacaktır.

 Yani petkası sıkan gelsin diyor…

Ancak bu yeni dünya olgunlaşırken acı ve kanla olgunlaşıyordu. Amerika’nın ilk sahipleri olan Kızılderili kabileler açıkça yok ediliyordu. Kara kıta Afrika’dan yapılan -köle- ticareti henüz kesilmemişti. Oysa Avrupa köle düzeni konusunda Fransız devrimi sayesinde çok yol almıştı.

Giderek gelişen ‘beyaz adam’ burjuvası bu işi ahlaksızlığın dik alası olarak görüyordu. Bu sancılı gündem bir süreliğine halının altına süpürülecekti ama gün ışığına çıkması yalnızca bir zaman meselesiydi.

1850’lerden başlayarak Amerika’nın kuzeyi ile güneyi arasında yaşam farkı giderek artıyordu. Kuzey ve özellikle bağımsızlık savaşına liderlik yapan eski 13 koloni bölgesi sanayi üretimi ve deniz ticareti ile iyice zenginleşmişti. (Virginia hariç, orası hala pamuk ekiminden geçiniyordu.) Mesele şuydu Güney coğrafyasında yaklaşık 3-4 milyon siyah nüfus vardı ve statüleri köle olarak tarif ediliyordu, daha da açıkça -mülk- olarak görülüyorlardı. Yaşam şartları köle sahibine göre değişiyordu ama 19. Asrın medeni -beyaz insanı- bu uygulamayı gayri medeni buluyordu. Amerika da bu iş biraz değişik algılanıyordu. Evet, orada da meselenin ahlaki tarafını öne çıkaranlar vardı ama esas konu o değildi.

Kuzeydeki 100 bini aşkın fabrika harıl-harıl üretim yapıyordu, tüketim şimdilik fena değildi ama ilerde üretim fazlası bekleniyordu. Bu durum da zavallı fabrikatörler yeterince para kazanmayacaklardı. Oysa güneyde 3-4 milyonluk bir kitle öyle mal-mal bekleşiyordu. Bu garibanlar bir an önce serbest bırakılmalı, bir yerlerde işe sokulmalı ve para kazanmaları sağlanmalı sonra da deliler gibi alışveriş yapmalarına imkan hazırlanmalıydı. Birkaç fanatik, insan hakları sevdalısı dışında kimse işin moral değerlerini önemsemiyordu. Siyahları aralarında hür olarak görmek isteyen kuzeyli sayısı hiç de fazla değildi. Ama sorun güneyli beyzadelerdeydi. Adamlar sürdüre geldikleri -yaşam biçimini- bir uygarlık olarak görüyorlardı.

Margaret Mitchell adlı romancı, dememiş miydi?

‘Rüzgar gibi geçti’ kitabının ilk sayfasında ‘… bir uygarlık Rüzgar gibi geçti’ diye..

Bu roman 1939’da sinemaya aktarıldı ve hala en iyi 100 filmden biri sayılıyor. Oysa içeriğinde açıkça güneydeki yaşam biçimi dibine kadar savunuluyor.

Her şey Abraham Lincoln adında bir adamın Başkan seçilmesiyle değişecekti.

Devam edeceğiz.