Bizim ‘fantezi’ dizisi tutmuş olacak ki birkaç dost; ‘devam
eder misin?’ dediler.. E, yerim dar demenin bir alemi yok.
Nerede kalmıştık? Ha, Büyük Taarruz hüsranla sonuçlanır,
Ankara düşer, Yunanlılar, çekilen İtalyanların da ganimetine el koyarlar. Kemal
Paşa savaş alanında şehit düşmüştür. Ankara paşaları, İstanbul ile temasa
geçerler. Her biri başka bir şeyin peşindedir. İngilizler duruma iyice hakim
olmuşlardır. Paris ve Berlin vaziyeti yakından takip ederler, Washington ise
öteden beri beğenmediği Paris barış anlaşmalarına yeni bir şekil vermek
arzusunu yüksek dil ile seslendirir. Ama SEVRE ayrı tutulacaktır. ABD, daha çok
Almanya’nın elini kolunu bağlayan Versay
anlaşmasının yeniden ele alınmasını ummaktadır.
İstanbul’daki saltanat rejimi Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesi
dışında yetki sahibi değildi, Polis-jandarma ve tüm mali-idari ve adli kadrolar
İngilizlerin kesin kontrolündeydi. O günki İngiliz idaresi olabildiğince bir
cambaz titizliği ile sosyal farklılık dengelerini bir diğerine çarptırmadan
idare ediyordu. Ve elbette Gayrimüslim ahali göz göre göre kayırılıyordu.
Mesele şuydu; bu tarafta hakkı gasp edilenler pek değil, hiç seslerini
çıkarmıyorlardı. Ne güzel de olmuştu, -Türk- adı unutulup gidecek gibiydi yakın
gelecekte. Ümmet olarak takılıp
gidiyordu kalabalıklar. Müslüman nüfus, İsevilerin açtığı ve işlettiği
fabrikalarda-işyerlerinde çalışıyor ama çok azı kilit noktalara atanabiliyordu.
Oysa İngilizler ve Amerikalılar parlak
ve gelecek gördükleri çocukları kendi okullarında okutuyorlardı. Bu kafileye
1930’lu yıllarda Fransa ve Almanya’da katılmıştı. İtalyanlar İspanyollar ise
birkaç okul açabilme iznini zor bela kopartmışlardı. Osmanlı hanedanı
prenslerini, Avrupa’da okutuyordu. Hatta prenseslerden birkaç tanesini Avrupa
aristokrasisinden birileri evlendirmişlerdi. İslami yaşam biçimi, mesela -tesettür- yalnızca köylüler içindi, sarayın
tüm kadınları ve erkekleri batıya taş çıkartırcasına yasaksız yaşıyordu.
Sultanın katılımıyla görkemli Cuma
namazı törenleri yapılıyordu. 7.Mehmet yaşlanmaya başlamıştı, yerine geçecek
adam gibi bir veliaht-prens bulunamıyordu. 1940lar geçerken Avrupa savaşı iyice
kızışmış ve dünya savaşına dönüşmüştü. Londra Saray ile bir anlaşma yapılarak İstanbul
sultanlığının İngiliz himayesine girmesini sağlamışlardı. Anadolu da ki arazi
ve üstünde yaşayanlar için özel bir şey düşünülmemişti. İstanbul tek başına
aynen Singapur gibi İngiliz üssü ve toprağı sayılacaktı. Geride kalan coğrafya
da mesela Malezya gibi -Anadolu İslam Cumhuriyeti- olarak anılabilirdi. Zaten
bir süreden beri Anadolu Müslümanları diye düttürü bir tarif bulunmuştu. Bu
yeni ülkeciğe bir ad aranıyor ama bulunamıyordu, Germiyan oğulları gibi eski
beyliklerin adı olmazdı bu insanların geçmiş ile olan bağının kurutulması
gerekiyordu. Duşakabin oğulları gibi birkaç uydurma denemiş ama tutmamıştı.
Acaba Anadolu-İslam cumhuriyeti nasıl olurdu..
İngiliz Genel Kurmay Başkanı: ‘Bu isim de tutmaz’ demişti. ‘O coğrafya tüm dünya haritalarında 1200 den beri -Türkiye- diye geçiyor.’
Ama İngilizlerin dikkatli gözlerinden bile kaçan bir
hareketlilik vardı, ve özellikle Afyon’un güneyinde bir yer insanların sıkça
ziyaretine uğruyordu. 1950’ler gelip geçerken bu kutsal toprak parçası adeta
yeni bir Hac yeri gibi olmuştu. Orada ki çalıya-çırpıya kırmızı bir şeyler
asılıyordu. İngilizler bunların ta 20 lerin sonundan itibaren bulundurulması
yasak olan ay-yıldızlı bayrak olduğunu göreceklerdi. Saray’ın, jandarması ve
polisi bu buluşma yerini bir türlü izole edemiyorlardı. Her ne kadar saltanatın
kulu-kölesi olsalar da kendi insanlarına zor kullanmak istenmiyordu. -Kalpaklı-
paşalardan sağ kalanlar;
Rauf Bey ve Ali Fuat
gibi artık açıkça gazetelerde 1919-1922
arasını anlatan makaleler yayınlıyordu, hatta birkaç kere İngilizlerin -tevkif
ederiz ha- tehdidine rağmen Anadolu da seminerlere katılmışlardı. Halk öylesine
sarmıştı ki paşalarını, İngiliz polisi tutuklamaya cüret edememişti.
İstanbul, Londra’dan
Anadolu’daki bu siyasi ve sosyal gidişe karşılık sarayın da bir jest
yapması gerektiğini ısrarla dile getireceklerdi.
Londra sormuştu; ‘Peki ne istiyorsunuz?’
İstanbul da ‘acaba Ayasofya’yı İslami ibadete açsak olur mu
ki?’ diyeceklerdi.
İngilizler -peki- demişti bir 1960 Temmuz ayında bir Cuma
vakti Ayasofya’da küçük bir mekan namaz için ayrılmıştı.
Ama saray eşrafından başka kimse katılmayacaktı.
Başta İngiltere olmak üzere tüm dünya, Küçük Asya da
yeni-yeni filizlenen oluşumun farkındaydı, Gelecek olan gelecekti, belki biraz
gecikebilirdi ama Kemal’in Cumhuriyeti her hal ve karda kurulacaktı.
Olacak olan elbette olacaktı…
Da..
Ancak yüzyıla
yaklaşan bir zaman içinde gayri-Müslim nüfus ekonomik ve siyasi olarak etkisini
artırmıştı.
Ve elbette demografik
olarak da..
Uzun lafın kısası; bugün hiçbirimiz, şimdi taşıdığımız
kimlikleri, ve sıfatları taşıyor olamazdık…
Hiçbirimiz!!!