O yüzden de ünlü Fransız devlet adamı kardinal Rişelyö demiş ki ‘Devleti yönetenler az konuşmalı, çok dinlemeli!’


Bu arada geçen haftaki yazımın başlığı da güme gitmesin. Onu şu elinde dürbünlü tüfek ile poz veren tek hücreliye ithaf ediyorum.


Gelelim konumuza, 1919-20 yıllarındayız. Büyük Savaş bitmiş (1914-18) şimdi batı dünyası başkentlerinde bir paylaşım kapışması var. Ama galipler de yorgun, dört yıl aralıksız süren savaşın ardından patlayan grip salgını binlerce cana mal oluyor, bir yandan savaş ekonomisi yüzünden sarsılan sosyal hayat, Rusya'da meydana gelen devrim fikirleri ile besleniyordu.

 

Her an bir patlama olabilirdi.


 Mümkün olan en kısa zamanda Avrupalı devletler kendi halklarının refahını sağlamak zorundalardı, yoksa yandı gülüm keten helva vaziyetleri iktidarları korkutuyordu.


Çünkü oralardaki insanlar fena hesap sorarlardı. Mesela 1789 ile başlayıp da 1880'lere kadar süren büyük ve kanlı ve şanlı devrimler herkesin hafızasındaydı hala. Büyük Savaş bittiğinde bu milliyetçi ve devrimci ortam yeniden yeşermek üzereydi. Dünyanın her yerinde ve elbette Orta Doğu'da..


Geçen bölümde Suriye ile başlamıştık, devam ediyoruz;


Hicaz Emiri Hüseyin’in oğlu Faysal Londra ve Paris ile anlaşıp Büyük Arabistan krallığına çökmek hazırlığındaydı. (bu çökmek ‘ lafı günümüz jargonundan) ama ortada birleşik bir Arap milleti yoktu ki Büyük Arabistan olsun. Arapça konuşan herkesin Arap sayılması gibi vahim bir hataya, Londra ve Paris'teki bazı sözüm ona Orta Doğu uzmanları da kapılmıştı. Oysa Haşimiler, Suudilerden nefret ederdi. Vahabiler ise hepsinden .


Üstelik Hicaz emiri Hüseyin bir kral olacaksa onun kendisi olması gerektiği gibi bir fikrin peşindeydi. Diğer oğlu Abdullah ise biraderi Faysal ile hiç anlaşamıyordu. Çoğu Arap ailesinin tek ortak noktası ise anti Yahudi olmalarıydı. Ama Faysal, yan çizecekti. Geçen bölümde söz ettiğimiz genel kongrede yetki ve gücün elinden kaydığını fark edince, ‘tamam abi ne Arabistan’ı bana şu Suriye yeter’ demekteydi.


 Ama orası da savaş öncesi yapılan anlaşmalar ile Fransa’ya vaat edilmişti. Faysal, ‘ ben kral olayım, ne isterseniz yaparım’ sözü ile Paris ile anlaşsa da Suriye de ki militan kadrolar ikna edilecek gibi görünmüyorlardı. Bunun üzerine yeni bir siyasi güç oyuna sürülecekti; Şam , Hama ve Halepli etkili ailelerin desteklediği ve ironik bir şekilde -milliyetçi söylemleri olan yeni bir parti devreye girmişti. İronik diyoruz çünkü bu yeni partinin iki özelliği vardı ki iyice kafa karıştırıyordu;


 Savaş sırasında genelde İstanbul’a sadık kalmışlardı,


Ve


 Bu coğrafyada bir Yahudi devleti girişimine karşı değillerdi.


Devam edeceğiz.