Dilimiz
Türkçe; atasözleri ve deyimleri bakımından çok zengin bir dildir. Bazen uzun
uzun anlatılacak konuları, bir cümlede anlatırsınız.
Büyüklerimiz
de bizlere öğüt verirken, veciz atasözlerimiz ve deyimlerimizi kullanırlardı
sıkça. Biz daha onlar; “ Leb derken, leblebiyi anlardık!” Mesela;
Eğer bir
arkadaşımızdan hoşlanmıyorlarsa;
_ Bana
arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Deyimini
patlatırlardı! Ona benzememizden korktuklarında da;
_ Üzüm
üzüme baka baka kararır. Derlerdi.
Hayata
dair felsefi düşüncelerini şu cümlelerle anlatırlardı bizlere;
_ Denize
düşen, yılana sarılır.
_ Huylu
huyundan vazgeçmez!
_ Sakınan
göze çöp batar!
_ Besle
kargayı, oysun gözünü!
_ Büyük
lokma ye, büyük söz söyleme!
_ Gün doğmadan
neler doğar.
_ Keskin
sirke, küpüne zarar.
_ Öfkeyle
kalkan, zararla oturur!
Bazı
atasözlerini ve deyimleri, sıkça duysak da, her zaman çok doğru gelmezdi
bizlere.
_ El için
kendini yakma nara, yak çubuğunu bak sefana!
_ Komşuda
pişer, bize de düşer!
_ Minareyi
çalan, kılıfını hazırlar!
_ Karda
yürü, izini belli etme!
_ Fincancı
katırlarını ürkütme!
Benim
eskiden en çok merak ettiğim; “ Fincancı katırlarını ürkütmemek!” Konusuydu.
Anlamını araştırdığınızda mealen şöyle bir tanımlaması var:
“ Kızdırılmaması
gereken güçlü kimselere zararı dokunacak, onların hoşuna gitmeyecek bir
davranışta bulunmakmış! “ peki ama ya doğru bir şeyi söylüyorsam?” diye
sormuştum çocukken. Büyüklerimden aldığım yanıt yine bir atasözüydü:
_ Doğru
söyleyeni dokuz köyden kovarlar!”
Gelin size
“ Fincancı katırlarını ürkütmek” deyiminin öyküsünü anlatayım:
“Nasreddin Hoca bir gün, yolunun üstündeki mezarlıktan geçiyormuş! Ayağı kaymış
ve yeni kazılmış bir çukura düşmüş! Hemen kalkmış, üstü başı toz içinde olduğu
için, üstündekileri çıkarmış. O sırada aklına birden bir fikir gelmiş! Hazır
demiş, soyunmuşken çukurda yatayım, ölü taklidi yapıp bekleyeyim. Bakalım sorgu
meleği geldiğinde ne soracak, öğreneyim. Ve çukura uzanmış beklemeye başlamış.
Tam o sırada kulağına şangur şungur sesler gelince, kıyamet koptu sanıp,
fırlamış mezardan. Meğer o sırada bir kervan geçmekteymiş oradan. Hoca mezardan
fırlayınca, katırlar ürküp kaçmış, kırılmadık ne fincan kalmış, ne kase. Kervan
sahipleri çok öfkelenmişler ellerine birer sopa alıp, koşmuşlar hocanın yanına:
_ Bre sen
kimsin? Burada ne işin var?
_ Ben
ölüyüm! Demiş hoca.
_ Peki
çukurun dışında ne işin var senin?
_ Dünyayı
seyre çıktım!
Ötekilerin
zaten öfkesi burnunda :
_ Yaa öyle
mi? Demişler.
_ Biz sana
dünyayı bir güzel seyrettirelim de gör!
Sopalarla
temiz bir dayak atmışlar ona. Hoca zar zor toplanıp da eve vardığında onu
karşısında perperişan gören karısı şaşkınlıkla:
_ Efendi,
nerdeydin sen böyle? Diye sormuş.
Hoca:
_ Sorma
hatun sorma, öteki dünyadan geliyorum. Demiş.
Hocanın
alay ettiğini sanan kadıncağız:
_ Yaa öyle
mi? Ne var ne yok oralarda? Diye sorunca, bir köşeye yığılıp kalan hoca cevap
vermiş:
_ “
Fincancı katırlarını ürkütmezsen” bir şey yok!
Kimler
ürkütür fincancı katırlarını?
1_
Kaybedecek hiç bir şeyi kalmamış, gemileri yakmış, korku duvarını aşmış, Deli
Dumrul misali, delice cesaret sahibi olanlarla,
2_
Meraklı, araştırmacı, sorgulayan, dürüst ve gözükara insanlar.