Yıllar, yıllar öncesiydi. tesadüfen yolları kesişmiş arkadaşlar idik biz. Ağabey olarak, arkadaş olarak, kardeş olarak. Ama hep birlikte arkadaş idik biz. Siz hiç sokaklarında portakal, limon, turunç çiçekleri kokan güneşli bir şehirden çıkıp, saatler, saatler sonrası damlarının kutularında, duvar diplerinde karları olan; soğuk, sessiz, güneşi bile adamı üşüten bir şehre bir öğle vakti gittiniz mi? Hani kuş uçmaz, kervan geçmez denilen bir yer gibi; yıllar yıllar önce bir yedek subay olarak gitmiştim Ağrıya. Hem de sakıncalı, sakıncalı. Hiç tanımadığım bir asker: "Oooo, hoş geldin İbrahim Asteğmen" deyince, şaşkın şaşkın baktım yüzüne.  Beni nereden tanıyorsunuz ki dedim, şaşkın, ürkek, ama sevinmem mi, üzülmemem mi bilemediğim bir ses tonu ile. Oooo Asteğmenim seni bilmeyen mi kaldı ki Ağrı'da deyince, susup kalmıştım. Ünlülüğümün sebebini merak ederek.. Meğer, mevsimsiz gelen bir sürgün asteğmen olarak, bana gün aşırı nöbetler yazışmış mış; hoş geldin demek için. Ne bilsinler ki, Baloğlu gibi bir arkadaşının doktor babasına "Doğan Amca, benim.. ....." diyerek 15 günlük rapor alacağımı. Sayemde herkes bir kaç nöbet daha tuttuğundan, namım almış yürümüştü oralarda. Soğuk Ağrı günleri, Murat Nehrinin kavak ağaçlı kıyıları, derken kısa sürede durumu düzeltmiş, ordu evi gecelerinin müdavimleri arasına girmiştim. İlahi Nöroloğ Necati Ağabey, Konya'dan Eczane ağası koca komutan Mustafa, ilk gün beni hayrete düşüren Diş Hekimi Hayri, İstanbul'un suyunu içmiş, havasını solmuş sokak jargonlu Necmi, İzmir torbalı dolaylarından Necdet Ağa. Çekilmez sayılı günlerin çekilir akşamlarının muhteşem ekibi. Nöbetlerin olmadığı, herkesin akşam yemeğinin yer yemez boşalttıkları ordu evi yemek salonunun muhteşem ekibi. Necati Ağabeyin nörolog olmanın dışında, on parmağında hüneri olan bir adamdı. Saz çalar, güzel sesi ile de söylerdi. Her nasıl olmuş ise de, bir akşam duvar dibinde arkadaşlarına Balaban çalan o Vanlı oğlanı görüş, o da bu gecelerin saz ekibine dahil olmuştu. Hani bir şarkı vardır ya: "Gurbet, o kadar acı ki, ne varsa içimde.  Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde. Ne bir arzum, ne emelim, yaralanmış bir elim. Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde" diye. Biz de aynen öyleyiz. Gurbeti kendi içlerinde yaşıyor ve sayılı günlere de akşamları renk katmaya çalışıyorduk. O akşamda, hepimizin nöbetinin olmadığı sıradan bir akşamdı. Gündüz hazırlıklar yapılmış. Eksikler giderilmiş. Saz, söz, billur bardaklar, rakısı ve mezesi ayarlamıştı.

Her şey olağan idi. "Muhabbetin dibine vuruyorduk."  Vakit çok geç değildi. Artık nerede ise haftada bir iki gece varan bu muhabbet için o gece de sıradan idi. Billur bardaklar tez boşalıyor, tez doluyordu ama, dağıtan da yoktu. Herkesin anlatacak ne çok da konusu olurdu. Olmadığı zamanlar da, Necati ağabeyin ameliyathane, Cerrah fıkraları imdada yetişirdi. Sıradanlaşan gecelerin birinde, o gece; Vanlı, Balaban çalan asker biraz durgun gibi idi. Her ne kadar masa eğlense de, hem servis yapan askerler, hem de çalan söyleyenlerde en azından yemeden eksik bırakılmazdı. Ne de olsa Halil İbrahim sofrası olmuştu. Gelene, adabına uyana açıktı.  Günün yorgunluğu, Ağrı'nın sıkıcılığı, gurbetlik vardı ama; bu akşamlar iple çekildiğinden, eğlenmek, unutmak için saniyenin zerresi ziyan edilmezdi. O akşamda böyle sıradan bir akşamdı. Masaya yakın bir yerde Balaban çalan/üfleyen askerde bir tuhaflık vardı. Masadan kalktım ve kimsenin görmeyeceği bir yerden el ettim, yanıma çağırdım.. Nasıl olsa, vakit ilerledikçe, saz ekibi çoğalıyor, nerede ise küçük bir orkestra oluyordu; fark edilmezdi. Asker yanıma geldi. Ne de olsa "komutan" çağırdığından, elinde ki balabanı özenle tutarak "esas duruşta" kısık bir sesle "emredin komutanım" dedi. Bilenler bilir, bu askerliğin raconu, ritüeli idi. Bu gece seni bir az durgun gördüm. Hayrola bir sorunun mu var, dedim. Yutkundu, gözlerinin içinde gizlediği, içine akıttığı yaşları koyuverip, boynuma sarıldı. Ve o gündür, bu gündür kulağımdan hiç gitmeyen o sözü, boynuna sarılırken çaresizliğine çare arayışını içime çöktürdü."Komutanım, yemekhanede haber geldi, babam ölmüş!.."  İkimizde çaresiz kalmıştık. Koluna girip, bir kenara oturduk. Gecenin daha ilk yarısı idi ama burası Ağrı. Gün battı mı, Doğu Beyazıt'ta gelen-giden tırlar dışında kuş uçmaz, kervan geçmezdi bu saatlerde.  Kim duysa çok üzülecekti. O yüzden, asker ile birlikte kışlaya geri döndük. Sabahı beklemekten başka yol yoktu. Sabah oldu, askerin gidişi ile ilgili her türlü yasal işlemi yaptık. Cebine de yol harçlığını koyduk ve yolcu ettik.  Ama bunu Necati Ağabeye de haber etmek gerekti. O hepimizden çok büyüktü. Bizler fakültenden yeni çıkmış toylardık ama, o neredeyse yılların uzman doktoru idi. Günlük işler bitince, bir ara fırsat yakalayıp, doğru Askeri Hastaneye gittim Necati Ağabeye haber için. Sırada bekleyen rütbeli, rütbesiz askerler vardı. Necati Ağabeyin postası asker beni tanıdığından, yanıma gelerek, "hayrola Komutanım" dedi. Ben de "Necati ağabeyi iki dakika görmem gerek "dedim. Necati Ağabey, geldiğimi duyunca kapıya çıktı ve benim kolumdan tutarak odasına aldı."Hayrola" dedi. Askere beş gün izin verilmişti. Bu arada da mutlaka bir proğramın olması muhtemeldi. Babalanın sesi herkes gibi, Necati ağabeyi de büyülerdi. Bazı efkarlı geceler, sadece balaban sesi ile billur bardaklar fon-dip yapılır çünkü.  Dolayısı ile Necati Ağabeye her şeyi anlatmak gerekti. "Abi, dün gece ........oldu. sana söyleyemedik. Sabah da askerin yol harçlığını cebi, ne koyduk yolladık" dedim. Cep harçlığı, Necati Ağabey için önemli idi. O bir asker, bir doktor olmanın ötesinde, herkesin babası rolünü üstlenmişti çünkü.  Ve o kocaman cüssesi ile boynuma sarıldı. Hani askeriye olmasa, hönküre hönküre ağlayacaktı. İkimizin de gözlerinden yaşlar süzüldü. Sonra, masasına geçti, beni de oturttu. Baba adamdı dedim ya, hiç bir şey olmamış gibi asker postasını çağırdı, iki kahve söyledi. Sadece bir kez daha neler olduğunu ve yaptığımızı sordu. O kadar.  Sanırım "o gece" benim olduğu kadar, onlarca hastası masada kalan Necati Ağabeyin de içinden hiç çıkmamıştır. Ne zaman, bir mey, balaban, duduk çalsa, sesi duysam, o gece aklıma gelir ve boğazıma bir şeyler düğümlenir. Ve Ahmet Kaya'nın o türkü/ağıt sözleri gelir aklıma: "Yaşamak / Ölmek ne garip şey Anne!.."