Değerli okuyucularım, bugün biraz “duygusal” konulara dokunmak istiyorum. Hüznümü ve sevincimi sizinle hep paylaştım, şimdi de öyle…

         İlkokul beşinci sınıfta, Bolu’da bir mobilyacı dükkânında çırak olarak çalıştım.

Kısa da olsa üzerimde etkiler bırakan bir dönem oldu. Daha önce de bir fırıncının yanında çalışmıştım. Lisede ise Orman İşletme Deposunda istif bölümünde çalıştım. Çaresiz, yalnız, güvencesiz, umutsuz olmanın, her an kapıya konulma korkusunun ne olduğunu belki de o yıllarda anladım.

         Bu nedenle yaşamımda hep emekten, emekçiden yana oldum.

         Siyasal mücadelemin temelinde hep bu düşünce vardı. Çünkü bizler büyük olanakların içinde doğmadık. Yoksulluk içinde okuduk. Bu nedenle yalnızca bizim değil başkalarının da iyi yaşaması gerektiğini düşünerek siyaset yaptık.  

         Büyüklüğünü hissettiğin, aranda sürekli mesafe bulunan bir işverenle çalışmanın verdiği ürküntü ile “bir patrona bağlı olmadan çalışmak” belki de çocukluğumda kafama kazınmış bir ilke oldu.       Bu nedenle belki de hep bağımsız, bağlantısız, serbest Avukat olarak çalışmayı seçtim.

         Ne var ki bu dünya görüşümüz nedeniyle birçok insan bizi düşman gibi gördü.

         Bugün fabrikalarda, sanayi çarşılarında, merdiven altlarında, kırk derece güneşin altında ter dökerek çalışan milyonlarca insanın sermayeye denk bir değer olduğunu düşünen, “birlikte yaşamaktan ve birlikte üretmekten haz duyan insanların ışıklı yüzlerle yer aldıkları üretim alanları için üretilen düşüncelerin” bütününü duygusal sermaye olarak değerlendiren güzel insanların da bulunduğu bir dünyada olmak ne güzeldir…

         Kurumlaşmanın temeline “farklı unsurları bir araya getirebilmek, aynı zamanda farklı düşünceleri bir üretim alanı olarak kurgulamak anlamına geliyor. İdeolojilerin kırıldığı nokta da işte burasıdır. İdeolojiler; farklılıkların biraradalığından ziyade, aynı olanların biraradalığı üzerine inşa edilirler” diyen bir anlayışı çok ilginç bulmuştum.

         Ne var ki AKP dönemi tam tersine aynı olanların biraradalığını esas almıştır. Sadece kendisinin yandaşları ve karşıtları var. Bütün siyaseti ötekileştirmek üzerine… AKP sadece muhaliflerini değil, kendisinden yana olmayan sermayenin tamamını da tehdit ve baskı altında tutuyor.

         Bugün olağanüstü hal ile işinden atılan binlerce kişinin sadece kendilerinin değil, yakınlarının da bırakınız devlet memuriyetine, özel sektöre girmeleri bile baskıyla önlenmektedir. Bunların bir kısmının haklı nedenlerle (FETÖ nedeniyle) atıldığını bile kabul etsek, bunu bahane ederek hiç ilgisi olmayan insanların aynı kötü sona uğramaları adaletsizdir.

         Baskılarla iş dünyasını denetim altına alan siyasal iktidarın gidişi tam anlamıyla HİTLER’in gidişine benzemektedir. Aynı propaganda yöntemleri, aynı baskılar, aynı insafsızlık, vicdansızlık, adaletsizlik!

         Hitler “Reistag Yangını”nı bahane ederek demokrasiyi ortadan kaldırmıştı. AKP de 15 Temmuz darbesini bahane ederek parlamenter sistemi rafa kaldırdı. Bugün yaşadığımız şey demokrasi değildir. Demokrasi sadece sandığa oy atmaktan ibaret de değildir.

         Eğer bir ülkede, yurttaşların iş güvenliği yoksa iktidara karşı olanların her an tutuklanmaları, her an işlerinden atılmaları mümkünse ve sadece onların değil yakınlarının da devlette veya özel sektörde çalışmaları önleniyorsa o ülkede demokrasi yoktur.        

         Olağanüstü halin terör bitinceye kadar yani belirsiz bir süre daha süreceğini, grevlerin olağanüstü hal devamınca yapılamayacağını söyleyen bir iktidarın demokrasiyle hiçbir ilgisi kalmamıştır.

         Her iş adamı kendisini baskı altında hissediyorsa, her iş adamı “aman yaptığım iş iktidarı ürkütebilir” ya da “iktidarın hoşuna gitmeyen gazetecinin işine son vermeliyim” endişesi duyuyorsa; “muhalif birinin yakınını çalıştırarak iktidarı üzmeyeyim” düşüncesi altındaysa o ülkede demokrasi yoktur. Keşke duygusal sermayesini de kendi öz sermayesi gibi koruyabilen bir sermaye sınıfı olabilseydi…